Modernizm ve Postmodernizm Nedir?

Hazırlayan: Yorum yapılmamış Paylaş:

Doç. Dr.Besim DELLALOĞLU

17 Ocak 2009

 

Bugün sizlere Modern kavramı hakkında konuşmaya çalışacağım. Tahmin edeceğiniz üzere modern kavramının birçok versiyonu ya da açılımı var. Modernitenin karşılığı olarak modernlik diyoruz, modernizm diyoruz, modernleşme diyoruz, post-modernizm diyoruz. Bunların bir takım alt kavramları da var: Çağdaşlaşma, batılılaşma hatta medeniyet, medenileşme, diyoruz. Bunların hepsi üzerinden hareket eden bir konuşma yapmaya çalışacağım.

Şimdi isterseniz önce kelimenin özünden, etimolojisinden başlayalım. Latin kökenli bu kavramın etimolojisine baktığımızda ilk kez yaklaşık 5.yüzyılda kullanıldığını görüyoruz. Ama Türkçede ve hatta batı dillerinde kelimenin gündelik anlamıyla ya da ona son birkaç yüzyıldır yüklenen anlamla kelimenin etimolojisi arasında aslında bir paralellik yok. Modern kavramı hakkında çok kabaca belirlemeler yaparsak mesela siyasi anlamda modern nedir diye sorsak belki 1789 Fransız devrimi, Marksist dilde söylersek burjuva devrimi, ya da daha geniş anlamda söylersek ulus devlet diyebiliriz. Yani siyasi düşünce çerçevesinde bakarsak modern kavramı yaklaşık 200 küsur yıllık derinliği olan bir kavramdır. Daha sosyal bir perspektiften bakarsak mesela modern şehirdir, mesela göç modernliğin temel göstergelerinden bir tanesidir. Ondan başka mesela ulusal eğitim, zorunlu eğitim modern bir şeydir. Vatandaş kavramı, oy hakkı, demokrasi, insan hakları bunların hepsi aslında batıda da yani çıktığı coğrafyada da birkaç yüzyıllık referansları olan kavramlar ve deneyimlerdir. Ama meseleye biraz daha felsefi, düşünsel, estetik açıdan bakmaya çalışırsak, felsefe tarihinde modern felsefe kavramının aşağı yukarı Descartes’ten bu yana, yani 17. yüzyıldan beri kullanıldığını söyleyebiliriz. Yani Descartes burada bize modern felsefenin kurucusu olarak gözükebilir. Bakın felsefi olarak baktığımızda biraz daha gerilere 1700’lerden 1600’lere doğru gittik. Çünkü Descartes’in kartezyen felsefesi, üzerine modern düşüncenin bina edildiği bir ekoldür.

Başka bir şey mesela, batı tarihindeki dinin veya inancın sosyal, gündelik yaşamsal uygulamalarındaki açılımları yani dinde reformun modern bir şey olduğu söylenebilir. İşte Luther’in yaptığı şey; Katolitizmin bir tür revizyonundan, Protestanizm ve reformcu kiliselerin doğuşu ve tırnak içindeki deyimle dinin, dini pratiklerin kişiselleşmesi. Vatikan’ı temsil eden kurumsal, hiyerarşik bir kilise yerine, Protestanizmin imal ettiği kişisel kiliseler ve daha çok dinin vicdani bir kategoriye dönüştürülmesi ya da yaratanla yaratılan arasındaki ilişkinin daha doğrudanlaşması, büyük kilisenin by-pass edilmesi vs. Bütün bunlara genelde Anglo-Sakson dünyasında sekülerleşme, kıta Avrupa’sında laiklik diyoruz. Şimdi böyle baktığımızda bu da gidiyor 1500’lere. Reform, yani 16. yüzyıl. Bir 200 yıl daha geriye gittik 400 yıl oldu.

Hadi biraz daha zorlayalım. Modern batının kendi inşasındaki temel süreçlerin en önemlilerinden bir tanesi olan Rönesans’a kadar yani 1400’lere kadar geri gidebiliriz. Böylece aşağı yukarı 500 yıl geri gitmiş olduk. Yani bu kavrama, siyaset, sosyoloji, felsefe, sanat tarihi açısından baktığımızda modernin başlangıcının sabit olmadığını görebiliyoruz. Yalnız bu çerçeveden bakarsak eğer, batı aşağı-yukarı 3-4-500 yıldır moderndir. O zaman modern kavramının bize ima ettiği şey, batının ve arkasından belki 19 ve 20. yy’dan itibaren batı dışı dünyanın yaşamakta olduğu, hala içinde olduğumuz bir değişim, dönüşüm ve bir inşa sürecidir. Ama modern kelimesinin etimolojisine baktığımızda kelimenin kendisi benim şu an anlattıklarıma biraz karşıt olarak 5.yy’da ilk kez kullanılıyor. Neden paradoksal bir ilişki olduğu sorusunun cevabını biraz açmaya çalışıyım. Modern şimdiye ait olan, şimdide hüküm süren, bugünde mevcut olan anlamlarına geliyor. Mod, an demektir. Bunu kullananlar ilk Hıristiyanlardır.

Hıristiyanlık, 324 yılında Konstantin tarafından resmi din olarak kabul edildi. Yani İsa’dan, takvimin başlangıç noktasından 300 küsur yıl sonra. O zamana kadar inanç mevcut ama politik otoriteler tarafından resmi olarak tanımlanmıyor. Hıristiyanlık o dönemler bir anlamda illegaldi. Hatta filmlerden Roma’da Hıristiyanların aslanlara atıldığını hatırlarsınız. Hıristiyanlığın resmi, kamusal olma durumu ancak 4. yy’dan sonra ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu süreç yani 4.-5. yy. tam da modern kavramının inşa edildiği döneme tekabül eder. Modern kavramını ilk kez bu dönemin Hıristiyanları “çok tanrılı bir inanç sisteminden tek tanrılı bir inanç sistemine geçiş olarak kullandılar. “Biz Hıristiyan’ız, pagan değiliz, paganizm bitti, artık İsa’nın hüküm sürdüğü yeni bir süreç başlıyor” diyorlardı. Dolayısıyla modern kelimesi antik geçmişten bir kopuşu ifade ediyordu. Modern kavramı tıpkı bugün olduğu gibi İdeolojik, sosyolojik, politik göndermeleri ağır olan bir kavram olmuştur. Yani öyle çok gündelik basit bir kavram hiç olmamıştır. Bu Hristiyan cemaatler kendilerine biz moderniz derken kendilerini ezen pagan, antik iktidara karşı bir tür iktidar söylemi de inşa ediyorlardı. Ve diyorlardı ki, artık iktidar bizim elimizde, biz merkezdeyiz ve yeni bir hayat, yeni bir dünya söz konusu. Dolayısıyla tekrar altını çizelim modern orijinalinde politik bir kavramdır. Şimdi bu söylemin bizim moderne yüklediğimiz klasik anlamla nasıl çeliştiğinin de küçük bir yorumunu yapalım. Biz moderni 400 yıllık, batının bizi de çok etkileyen, ”gibi olmaya çalıştığımız, hayranı olduğumuz” batının geçirdiği evrimin, değişim sürecinin adı, o hikayenin sıfatı olarak biliyoruz. Halbuki kelime etimolojisi bize başka bir şey söylüyor. 1. boyutu tarihsel boyutu: yani 500 yıl yerine 1500 yıllık bir öykü anlatıyor. Ama işin daha paradoksal yanı; tarihini Fransız devriminden başlatırsak 200 yıllık bir öykü olarak moderni anladığımız zaman ortaçağ modernin dışına taşıyor. Dolayısıyla ortaçağ pre-modern bir tasavvur haline geliyor. Biraz daha açık ve samimi konuşursak yine batı Avrupa tarihi açısından modern dini olmayan 500 yıllık bir süreç. Bu durum dinin kategorik olarak yok olduğunu göstermiyor ama dinin sosyal boyutunun, sekülerleşmenin, laikliğin çağrıştırdığı bütün o değişimlerden sonra ancak daha sınırlı bir şekilde sosyal hayatın içinde var olmasını ifade ediyor. Yani batıda bizim modern kavramına yüklediğimiz klasik anlam bir tür ladini bir şeyi ifade ediyor.

Peki burada paradoks nerede ortaya çıkıyor: eğer siz moderni 5. yy den itibaren etimolojik derinliğiyle birlikte yani 1500 yıllık bir öykü olarak algılarsanız bir kere kronolojik olarak din veya ortaçağ hatta daha olumsuz anlamıyla kullanayım skolâstiği de yani dogmatik dini de içine alır. Şöyle bir örnek vereyim: felsefe tarihi açısından ilk modern filozof Descartes dedik, bu da 17. yy e tekabül ediyor. O zaman bu perspektiften bakarsak, tam modern kelimesinin ortaya çıktığı 4. 5. yyda yaşamış bir Hıristiyan filozofu mesela Aziz Augistunus modern olmuyor. Ama siz etimolojisiyle başlayan bir şey olarak batı modernliğini anlamaya çalışırsanız o zaman Augustinus modern olabiliyor. Eğer böyle bakarsak Augustinus modernse o zaman bir İslam filozofu ya da Fatih Sultan Mehmet’te modern olabilir. Anlatmaya çalıştığım şey bu konunun batıda da çok tartışıldığıdır.

Dolayısıyla kavrama, etimolojik derinliğinden bakıp batının moderni inşa etme süreci, Descartes’la, Aydınlanmayla ya da Fransız devrimiyle en fazla Rönesans’la başlayan bir süreç olmadığını, aslında bunun 1500 yıllık bir süreç olduğunu görmek gerekir. Bu daha aydınlanmacı daha rasyonalist, daha akıl merkezli, kimilerine göre daha tepeden inmeci, daha dayatmacı bir modern anlayışını biraz esnetebilme, genişletebilme, biraz daha müsamahakâr, geçmişle daha olgun ilişki kurabilmemizi sağlar.

Batıda da kendi geçmişiyle barışık olmama durumu var. Son yıllarda orada da felsefe ve düşünce dünyasında bir esneme, genişleme, bir tür rahatlama ve barışma süreci olduğunu söyleyebiliriz. Modernlik ve aydınlanma düşüncesi bugün batıda da ciddi tartışılır hale geldi.
Şimdi bunların konuşulabildiği, tartışıldığı ortama nasıl gelindi ona bakalım. Modernin aydınlanmacı, inşacı, rasyonalist döneminde bu tartışmalar çok da yapılmıyordu. Dolayısıyla bunun konuşulabildiği dönem bir tür post modern kavramının da gündeme geldiği dönemdir. Post-modern; Modernden bir tür memnuniyetsizliğin, modernliğe yönelik derin bir şüphenin, soru işaretlerinin yoğun olduğu, modernin tartışılmaya başlandığı bir dönemdir. Post eki anlam olarak bir tür sonralık işaret ediyor. Modernin sonu, bir tür bitiş ifade ediyor ama burada bir tür içsel bir paradoks da var. Çünkü post-modern kavramının içinde modern nefes almaya devam ediyor. Post-modernin içinde modern var ama eski haliyle yok artık. Biraz daha değişerek var. Hem moderni sürdüren hem de onu yeniden üreten, başka bir hale sokan bir şey. Modernin derin doğası zaten böyle bir şeydir. Etimolojik olarak baktığımızda buna en yakın kavram hepimizin bildiği moda kavramıdır. Geniş anlamlı alırsak “moda” bugüne ait olan, bugün de hüküm süren demektir. Moda kelimesi modernle aynı kökene sahiptir. Bunu sadece giyimle de sınırlamayalım, her şeyin modası var; Düşüncenin, arabanın hatta rejimin bile.

Modernin inşası 5. yüzyıla dayanıyor. Modern, bir kopuş aslında, bir tür eskisi gibi olmama durumu. Bu ne demek: pagan dini, dolayısıyla antiğin sona ermesi ve Hıristiyanlık ya da İsa’nın merkezde olduğu bir hayata geçiş demek. Bundan sonraki büyük dönüşüm süreci ise Rönesans’tır. Rönesans Fransızca bir kelime, Türkçesi yeniden doğuş demektir. Rönesans’la yeniden doğan antik düşünce yani yunan felsefesidir. Sonra Aydınlanmacılar ortaçağa yani Hıristiyanlığın hüküm sürdüğü döneme karanlık çağ dediler. Buradaki mecaza dikkat edin; aydınlık ve karanlık. Dolayısıyla burada da bir kopuş iradesi var. Bakın batı 5. yüzyılda antiği unutmuş, kendini bir kere reddetmişti. Ben modernim dediği an İsa için, Zeus’u, Afrodit’i reddetti, çöpe attı. Ondan sonra Rönesans’ta tekrar hatırladı, yeniden keşfetti.

Peki ortaçağda antik hiç mi yok? Ortaçağda Aristoteles’in mantık metinleri çok makbuldür yani Aristo var ama yunan felsefesinin tamamı yok. Neden? Çünkü onlar pagan, ama bunlar Hıristiyan. Bir parantez açayım. Batı’nın bizim kökenimiz Atina’ya gider, Sokrates’e gider biz Yunan’dan geldik muhabbetleri, Rönesans’tan sonra kurduğu söylemlerdir. Yeniden doğan orada yunan felsefesidir ama batı kendi kökeninin metnini, Müslüman Arap dünyasından dolaşarak kullanmıştır. Bunun batı dünyasında dokümanlarını görürsünüz. Ne demek istiyorum? Rönesans aslında bir çeviri faaliyetidir. Batıda Ortaçağda kullanılan metinler İslam filozoflarının Yunancadan Arapçaya tercüme ettikleri sonradan da Latinceye çevrilen metinlerinlerdi. Milattan önce 4.- 5. ve 6. yylara ait Yunan metinleri iki bin yıl sonra ilk kez Yunancadan Latinceye çevrilmiştir. Zihniyet dönüşümü açısından Rönesans’ın yaptığı en önemli şey bu metinleri orijinalinden Latinceye çevirmekti. Batı 5. yyda reddettiğini Rönesans’la bin yıl sonra yeniden hatırlamıştır. Onunla tekrar ilişki kurmuş, geri çağırmıştır.

Nasıl Rönesans’ın yunanla barışması, Antikle barışmasıysa, post modern de modern batının karanlıkla, yani modernin kendi önceki dönemiyle, ortaçağ ile dinle geniş anlamda gelenekle bir tür barışmasıdır. Her zaman söylendiği gibi batı sadece kopuşlarla ilerlemiyor. Kopuş reddetme anının karşılığıysa bir de süreklilik ve eskinin içselleştirilmesi var. Değişirken devam etmek, devam ederken değişmek ifadesi bu düşünceyi çok da güzel özetliyor. Biz batıyı sürekli değişen bir şey olarak görüyoruz, hâlbuki batı aynı zamanda devam eden de bir şeydir.

Tez ile antitezin kavgasından, mücadelesinden sentez oluşur.  Sentez her ikisinin de bazı özelliklerini alır ve bazı diğer özelliklerini de çöpe atar. Şöyle düşünün: eski iki kazak sökülür, onun yününden yeni bir kazak yapılır. Bu da bir sentezdir. Şimdi artık o eski iki kazak yoktur. Ama o yeni kazakta o iki eski kazakta devam eder. Halbuki bizler, maalesef değişmeyle, devam etmeyi birlikte olamayan şey olarak algılamaya daha meyilliyiz.

Devam ile değişmenin madalyonun iki yüzü olduğunu örnekleye devam edelim. Burada üzerinde duracağım kavram gelenek kavramıdır.  Modern kendini geleneğe karşı kurar. Çünkü gelenek geçmişten gelen şeydi, modern ise bugün de hüküm sürendi. Dolayısıyla geleneksel olmayan anlamında kullanılır. Ama burada da bir paradoks var. Modern geleneksel olmayan olduğunu iddia ediyor ya ben de diyorum ki hayır, modern de bir gelenektir. Modern batıda aşağı yukarı 15 yy’lık bir gelenektir. Biz Modern zamandan geleneği nasıl görüyoruz? Eskiye ait olan, eskinin bugündeki ve bugüne ulaşmış hali. Aynı zamanda demode olandır. Hatta biraz dudaklar ekşir. Gelenek deyince aklımıza ne gelir; başlık parası, töre cinayeti, erkek baskısı işte bunlar olumsuz yönlendirmeleri olan geleneklerdir.

Gelenekte iki yönü olan bir madalyadır. Geleceğin 1. özelliği sürebilmesidir. Sürmeyen bir şey gelenek olamaz. İyi-kötü, doğru-yanlış bunları bir kenara bırakıyoruz. Gelenek sürebildiği ölçüde gelenek olur. Sürebilmesi için vazgeçilmez olan nedir? Şimdi 2. kısma geçtik. Hiç değişmeyen bir şey sürebilir mi? Süremez. Yani bir şeyin Gelenek olabilmesi için, devam etmesi devam ederken de değişmesi gerekir. Dolayısıyla geleneği sadece eskinin devam etmesi olarak algılamakta yanlış. Gelenek bir sürü şimdinin içinden geçer. Yani gelenek modernin içinden geçer ve biraz kozmetik biraz plastik değişimlere uğrar.

Her yeni olduğunu var sayan duruş, varoluş kendisini bir öncekinden farklı olarak tanımlamaya çalışır. Bu çok insani bir şeydir. Çünkü biz kendimiz olabilmemiz için onları bir ölçüde reddetmemiz gerekir. Bundan sonrası bir dozaj tartışmasıdır. Ama bunu çok abartırsanız kişilik bozukluklarına girer. Freud’un Ödip kompleksinden meseleye bakarsak mecazi anlamda söylüyorum, herkes babasını bir şekilde katletmek zorundadır. Bunu yapmadan olgunlaşamaz, gelişemez, değişemez ve ilerleyemez. İşte Aydınlanma çağına da modernliğin çocukluk ya da ergenlik çağı diyebiliriz; biraz isyankâr, indirgemeci böyle her şeyi iki kere iki kolaylığına indiren. Post-moderni de modernin yaş, deneyim, zihniyet olarak olgunlaşması ve kendinin bilincine varması olarak görebiliriz.

Türkiye örnekliğine baktığımızda; Nilüfer Göle’nin perspektifinden, başörtüye, modern- mahreme baktığımızda geleneğin kente inmesi diyor. Geleneksel olanın kamusala ya da daha önce köyü tarif eden bir şeyin kentte görünür olmasıdır diyor.
Başını örtenler eskiden kırda yaşıyor, kamusal alanda görünmüyor, okuma ya da iş talep etmiyordu. Bunlar nasıl oldu da birden bire üniversite kapısında birikti, Modernler bunu anlamakta zorlanıyor. Onlara göre bu kızlar 15 yaşında kocaya verilir, üniversite çağına geldiğinde zaten ya karnında ya da kucağında bebek olurdu. Bu kızlara bakış tarzı buydu. Çünkü aynı aydınlanmanın ortaçağa karanlık demesi gibi o örtünmüş kadında kendi negatifini görüyordu. Bu da bir çocukluk, bir ergen davranışıdır. Çocuğun “ben Adidas istiyorum bana ne” demesinden hiçbir farkı yok. “Ben istemiyorum üniversite de bana ne, bana ne” aynı şey.

İşte bu karanlık ve aydınlık mecazları veya akıl merkezli rasyonalizm Descartes’tan beri batı düşüncesinin en temel karakteristiklerinden birisidir. Modern aklın inşası kartezyen düşünceyle oluyor, düşünüyorum öyleyse varım ile oluyor. Bu aydınlıksa öncesi karanlıktır, dolayısıyla ortaçağda akıl yoktur. Belki bugün batıda herkes hala ortaçağ karanlıktır demiyor, o bizim ortaokul kitaplarımızda kaldı, ama bizim batılılaşma döneminde örnek aldığımız batı var. Biz hala bugünkü batıyı 19. yy.’daki batıyı sanıyoruz. Bir de tabi hangi batı meselesi var.
Batı da değişti.

Ortaçağda akıl olmayabilir mi? Bu cümle belki insanlık tarihinde kurulan en ahmak cümlelerden birisidir. Bunu size bir mecazla anlatayım. Görmenin mümkün olduğu ortam mutlak ışıkla karanlığın belli bir karışımını gerektirir. Mutlak ışıkta ve karanlıkta göremezsiniz. Dolayısıyla klasik aydınlanmacı batı düşüncesi, narsis bir bakış açısıyla ışığı abartarak ortaçağa karanlık demiştir. Şimdiki bakış aslında daha olgundur. Aklı başında hiçbir düşünür Augustinus’a falan karanlık diyemez. Skolâstik dönemde bile yani Hıristiyan felsefesinin en dogmatik olduğu dönemlerde bile nasıl akıl olmaz. Kartezyen düşünce dediğimizde aklımıza epistemoloji, bilim, akıl, bilgi problemi falan geliyor. Ortaçağ dediğimizde ise teoloji, tanrı merkezcilik, felsefenin inancın hizmetinde olması, inancı rasyonalize etmek. Peki din nedir?  Vahiy olmadan din olur mu? İslam’ın vahyi ne; Kuran-ı Kerim. Hıristiyanlığın vahyi bizzat İsa’nın kendisidir. Vahyin içeriği de değişebilir ama sonuçta vahiysiz din olmaz. Vahyi insanın bir şekilde akli olarak formüle edebilmesi gerekir ki bunun üzerine İslam, Hıristiyanlık diye bir din oluşsun. Ben de şöyle diyorum: din; vahiy artı akıldır. Yani din dediğimiz şey aslında vahyin aklileştirilmiş halidir. Akılsız din olmaz. Yani ortaçağda da akıl vardır. Ama ortaçağın aklı vahyi rasyonalize etmek içindir, kutsalı bir tür dünyevileştirmek, yaşanabilir kılmak için kullanılan bir akıldır. Aklın düşünce tarihinde hiçbir zaman fonksiyonu aynı olmamıştır. Modern çağlarda akıl bilginin inşası, epistemolojik anlamda kullanılan bir tür araçtır. Yani aklı da çok fazla büyütmemek lazım. Şimdi neredeyse modernin bir fetişizmi neredeyse bir inanca dönüştürülmüş hali. Aslında modernlik dediğimiz şey, vahyin yerine, tanrının yerine aklın ikame edilmesidir. Dolayısıyla her çağda akıl vardır. Klasik modernlerin ortaçağda akıl yoktur demelerinin sebebi farkı görememeleridir. Akıl, benim anlayışımdaki gibi kullanılırsa akıl olur düşüncesi modern bir önyargıdır. Romantik aydınlanma da modern düşünceye eleştiriyi bu noktadan getirir. İnsan sadece akıldan ibaret değildir. Vicdan, yürek, imgelem, içgüdüler var, insan bunların hepsinden oluşur derler. Modern biraz da insani bütün donanımları aklın emrine vermeye çalışan bir düşüncedir. Akıl bir tür anayasa mahkemesi gibidir; Duyguları, vicdanı, iç güdüleri kontrol eder. Bu modernin bir tanımıdır ve romantikler de buna isyan eder. Ötekiler de en az akıl kadar değerlidir. Vicdansız, sağduyusuz akıl en tehlikeli şeydir derler. Sağ duyu akıldan daha değerli bir şey aslında. Aklı at arabasına koşulan bir at gibi düşünün. Her çağda farklı arabaların önüne koşuluyor. Antik yunanda da, skolastik Avrupa’da da, modernde de, post modernde de akıl her zaman vardı.  Dinde, bilimde, sanatta da akıl var ama onun hakikat düzlemiyle ilişkisi farklı. Sizi tanrının yarattığını düşünüyorsanız felsefi ontolojiniz teoloji olur. Kendinizi evrim teorisiyle tanımlıyorsanız, ontolojiniz epistemoloji olur. Kendinizi doğanın bir parçası olarak, tanrı ve doğa ayrımının pek olmadığı şekilde tasavvur ediyorsanız, ontolojiniz doğa felsefesidir. Burada aklın çektiği araba değişiyor.

Bir de modernleşme kavramının post versiyonlarına değineyim.
Modernleşme ne demek? Biz bu coğrafyada modernleşen bir toplumunda yaşıyoruz. Modern bir toplumda değil. Batı modernleşmemiştir, modern olmuştur. Modernleşme kendi dışında modernliği keşfedip ona kayıtsız kalamayanların geliştirdiği bir şeydir. Bizde modernleşme Tanzimat’la başlıyor. Osmanlı baktı ki kılıçla bu iş eskisi gibi olmuyor, karşımdaki top atıyor. Hep dövdüğüm çocuk beni dövmeye başlıyor. Bilinç oluştuğu yer orası işte. Bu yüzden Türk modernleşmesi militerdir, çünkü Türkler moderni savaş meydanında top, tüfek, askeri strateji, kıyafet, askeri teknoloji olarak keşfetmiştir. Beni yenmesini sağlayan, onda olup bende olmayan nedir, sorusunu sorup önce topu alıyoruz ama anlıyoruz ki bunun arkasında başka bir hikaye var. Modernleşme ihtiyacı, saikı, içgüdüsü bu bilinçle başlıyor. Modern diye bir şey çıktı benden üstün, onla baş edebilmem için onunla ilişkiye girmem lazım diyoruz. Ama şunu da kabul etmek lazım. Her modernleşme bir tabiiyet ilişkisidir. Bundan sonrası dozaj problemidir. Tekrar altını çizelim modernleşme, modernin farkına varmaktır, kayıtsız kalamayıp ilişkiye girmektir ve bir sonraki adım ona bir tür benzemedir.

Her modernleşme aslında bir tür çocukluktur. Çocuğun küçük yaşlarda sadece çok canlı renklere tepki vermesi gibi, modernleşmenin çocukluk çağı da hep böyledir. Batıdan daha güzel görsel olan şeyleri almışız. Biçimi almışız, şekli almışız ama içeriğine bakmamışız. Ben buna kozmetik modernleşme ya da plastik modernleşme diyorum. Örnek verelim: 30’larda, 40’larda, 50’lerde bir Türk bürokratısın. Batıda okumuşsun, kolalı gömlekle işe gidiyorsun, sekreterin bir hanım. Onunla iş anlamında seviyeli, medeni bir ilişkin var, tüm kadın meslektaşlarına da aynı kibarlıkta davranıyorsun. Sonra eve dönüyorsun, giyiyorsun çizgili pijamayı, şark köşesine oturuyorsun “hanım yap benim az şekerliyi ya da koy benim rakıyı” diye bağırıyorsun. Yemek de biraz fazla tuzluysa kadına vuruyorsun. Bu Türkiye’de hayal edilemeyecek bir şey mi? Her modernleşme biraz da şizofrendir aslında; sabah insan, akşam canavar. Hepimiz biraz böyleyiz. Bu modernleşme toplumlarında çok normaldir. Uçurumlar, ekstremler arasında kolayca gidip gelmek, bir gün öyleyken bir gün böyle olmak. Modernleşme toplumlarında dönmek çok kolaydır. Çünkü modernleşme ülkeleri kriz ülkeleri dir. Kriz olduğu zaman birçok şey değişebilir. Akşam Marksist yatarsın, sabah namaz kılmaya başlarsın.  Bu tür hızlı değişimler modernleşme toplumlarında daha hızlı olur. Bunu yaşayan insanları da kınamamak gerekir. İşin ahlaki boyutu da var tabi onu örnek örnek incelemek lazım ama daha sosyolojik, geniş anlamda bakarsak bu çok tipiktir. Rusya’da, Japonya’da da böyledir.

Birkaç cümle de post modern üzerine edelim. Post-modernizm moderne yönelik bir tür memnuniyetsizlik ve sorgulama sürecidir. Modernin bir tür eleştirisidir aslında. Modern, toplumların psikolojik sorunudur, ben kimim, neyim sorgulamasıdır. Bu dönemlerde büyük vazgeçişler, dönüşler, bağlanışlar, kopuşlar olur.
Bunu ülkelere, kültürlere de uygulayabilirsiniz. Birden bir gecede Türkiye’de idam cezası kalkar mesela. Düşünebiliyor musunuz MHP idam cezasını kaldırdı bu ülkede diğer iki partiyle birlikte. Yarın bakarsınız Avrupa Birliğine girmişsiniz. Ya da başörtüsü yasağı kalkmış. Yani ani olur bu ülkelerin değişimi. Aynı darbeler gibi.
Ulus devlet, vatandaşlık, oy hakkı vs. modernin göstergeleridir. Ulus devletlerin hüküm sürdüğü dünyada pasaport diye bir kavram var. Bir de bizim gibi ülkeler için vize var.  Bir kitabı Paris’ten alsam pasaport istiyorlar, ama internette pasaport da istemiyorlar vize de sormuyorlar. Bu post-modern zamanlarda mümkün olan bir şey. Yani internet ortamında ulus devlet yoktur. Vatandaş, yurttaş kavramı da yoktur. Dünya vatandaşıdır herkes. Vatandaş, yurttaş diyoruz. Halbuki birkaç yüzyıldır ülkeler dağılıyor, eski kimlikler öne çıkıyor. Bu da moderni sorgulamamızı gerektiren bir şey. İnsanlar Kürt olduğunu, Müslüman olduğunu fark ediyor, kimliklerini buna göre yeniden inşa ediyorlar. Din, etnisite öne çıkıyor, dolayısıyla bu da iktidarın yerelleşmesini gerektiren bir sürece götürecek belki de. Bu da post-modern bir şey. Öte yandan tüm dünyada pre-modern geri geliyor; gelenek, başörtüsü, din olarak. Modernin bastırdığı bir takım şeyler geri geliyor, güncelleşiyor. Bu da post modern bir şey. Posttan korkmamak lazım. AB’ye girmiş Türkiye post Türkiye’dir. Hatta Türkiye’yi içine almış batı Avrupa da başka, post bir Avrupa olacak. Eski biraz sürecek, biraz da değişecek.

Bir üniversite çatısı altında, başı açık ve başörtülü iki üniversite gencinin mesela sanat tarihi dersi almasının da post-modern bir yönü var.  Çünkü batıcılar, başörtülü bir kızın üniversiteye gelince başörtüsünü otomatik olarak atacağını düşünüyorlardı. Şimdi bu kategorik bir şeydir. Bunun modern bir ön yargı olduğunun post modern zamanlarda farkına vardık. Bu da post-modernin olumlu bir yanıdır.
Aynı zamanda Post-modern bir şımarıklık, haddini bilmezliktir. Çünkü modern iyi-kötü, doğru-yanlış bir takım kriterler getirmiştir, zaten olumsuz tarafı da budur.
Post-modernse her şeyi meşrulaştırır. Hiçbir şey bir diğerinden daha iyi ya da daha kötü değildir. Her şey olur, her şey uyar. O öyle, ben böyle. Bunun yaydığı bir temelsizlik, bir keyfilik var. Tüm bu söylediklerim aslında bir kriz işaretidir. Bunu ekonomik anlamda söylenmiyorum, tüm dünyada Tanpınar’ın dediği gibi bir medeniyet krizi var. Bir kavşaktayız sanki. Önünde tek yol varken yürümek kolay ama beş altı seçenekli bir kavşağa geldin mi iş zorlaşıyor.

Bakın 3 kelime söyleyeyim, bunların ne kadar akraba olduğunu anlatayım, belki böylece bir çok şeyi de anlatmış olurum. Kriz, kritik ve kriter. Bu kelime de yunanca, aynı etimolojik kökenden geliyor. Kriter bizim anneannelerimizin elek dediği şey. Bir tür süzgeç, büyüğü küçükten ayırmak için kullanılan alet. Kritik ya da eleştiri de bununla yaptığımız işin adı. Kriz ise kriterin kırılıp, bozulup kritik yapamama durumudur. Yunan böyle diyor buna, kriterleri kaybettiğimiz zaman eleştiri yapamıyoruz, krize giriyoruz. Ama Japoncada da krizi fırsat olarak da kullanıyorlar. Bunu buraya uyguladığımızda ne oluyor. Mevcut kriterler bozulup kırıldığı zaman aynı işi yapmaya yarayacak yeni bir kriter bulmalıyım. Alet biraz işe yarıyor, biraz yaramıyor. Kırılmış, yamamışız ama üç ay sonra yine bozulacak. Ama yenisi de yok dolayısıyla birebir ikama edemiyoruz, biraz eskiyle, biraz yamayarak idare ediyoruz. Ama onu kullanma verimimiz de düşmüş oluyor. İşte şimdi böyle bir dönemdeyiz.

Özeti hazırlayan: Ayla Kerimoğlu

Önceki Yazı

Osmanlı’da Kadın

Sonraki Yazı

Ayla Kerimoğlu’nun Açılış Konuşması

Bunlar da ilginizi çekebilir

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir