Kadın Buluşmaları Afyon Mayıs 2005

Hazırlayan: Yorum yapılmamış Paylaş:

KADIN BULUŞMASI – VI   

 AFYONKARAHİSAR PROGRAMI

 6-7 Mayıs 2005 tarihinde, Afyonkarahisar’ da 6. Kadın Buluşması gerçekleşti. Türkiye’ nin dört bir yanından, 57 kuruluşu temsilen, 270 kişinin 22 şehirden katılımıyla gerçekleşen programda, “Avrupa Birliği” konusu tartışıldı. AB’ nin yapısı, tarihçesi, işleyişi, sosyal politikaları, kadın politikaları, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, AB’ de Müslüman kimliği, AB ülkelerinde yaşayan Müslüman hanımların pratik sorunları, AB sürecinde din olgusu  konularında değerli konuşmacılarımız bizleri bilgilendirdi. Konuların içerikleri aşağıda kısaca özetlenmiştir.


I.OTURUM

AB’ NİN DÜNYA SİSTEMİ İÇİNDEKİ YERİ

Prof. İbrahim Canbolat  Uludağ Üniv. Uluslar Arası İlişkiler Bl.

AB nedir? AB herhangi bir uluslar arası örgüt, bir devlet, ortak pazar veya ekonomik birlik değildir. NATO, BM gibi bir oluşum da değildir. Kendine özgü bir yapısı ve işleyişi vardır. AB, ekonomik , sosyal- toplumsal bir güvenlik projedir. Uluslar üstü bir siyasal sistemdir. Bir üst otoritedir. Burada değer paylaşımı yapılır.

AB’nin yapısı ve tarihsel gelişimi doğru anlaşılmadan, bu oluşumun Türkiye ile ilişkileri hakkında değerlendirmelerde bulunmak, eksik ve yanıltıcı bir girişim olur. Ve Türkiye için yakın ve uzak vadede çok zararlı sonuçlar doğurur.
AB, tarihsel süreçte Avrupalı devletler arasında görülen istikrar bozucu hadiselerin devre dışı bırakılmasına yönelik bir güvenlik projesi ve Avrupa’yı  yüzyıllardır meşgul eden varlık ve kimlik sorununa bir çözüm olarak doğmuştur. Avrupa Birliği siyasal, toplumsal, ekonomik, askeri-stratejik ve kültürel değerler temelinde varlık gösteren bir yönetim modelidir.
Küreselleşmenin ve kendi bütünleşme sürecinin bu aşamasında AB artık uluslar arası bir siyasal aktör olarak varlık göstermek zorundadır. Sadece Avrupa ile sınırlı kalacak bir etki potansiyeline sahip bir AB, bugünkü konjonktürde varlık ve kimlik sorununu çözümlemiş sayılmaz. AB’nin mevcut dünya düzeninde kendini nasıl tanımladığı, başkaları tarafından nasıl algılandığı ve kimlik sorununa yönelik olarak arayışlar devam edecektir.
Konuyu Türkiye’nin AB’ye üyeliği bağlamında ele aldığımızda, bu konunun AB’nin amaçlarından ve sistemsel özeliklerinden bağımsız düşünülemeyeceğini görürüz. Mesela AB, Türkiye’nin tam üye olarak sistemin içinde değil de yanıbaşında, yoğun ilişkilerle sisteme kilitlenmiş durumda tutulmasını daha yararlı bulabilir. Ama bu durum Türkiye’nin çıkarına uygun değildir.
Avrupa’nın varlık ve kimlik sorunsalının Türkiye ile ilişkisini ortaya koymak lazımdır. AB’in yaptığı her bir anlaşma varlığını nerede nasıl sürdürmek istediğini gösteren bir kimlik işareti taşır. Birliğin sistemi, varlığını sürekli kılmak için, katı ve kırılgan değil, değişken ve esnek olmak zorundadır. Kimliğinin de bu mecburiyetten zaman zaman yeniden tanımlandığını görüyoruz.
AB kimliği Birliğin amaç ve değerleri göz önüne alınarak incelenebilir. AB Anayasasının girişinde; Avrupa’nın devralınan kültürel, dinsel ve insani değerlerine atıf yapılarak, eski alışkanlıkların aşılıp, ortak geleceğin birlikte şekillenmesi için Avrupa halklarına çağrıda bulunmaktadır. Birliğin temelini teşkil eden değerler ise şöyle ifade edilmektedir: İnsan onuru, özgürlük, demokrasi, eşitlik ve hukukun üstünlüğüne saygı ile insan haklarının korunması.
Bu değerler kuşkusuz evrensel değerlerdir ve insanlığın selameti için gereklidir. Yukarıdaki amaçlar arasında bu gerçekliğimizle uyuşmayacak tek şey, Avrupa’nın dinsel geçmişine yapılan atıftır. Bu bir çatışma potansiyeli taşır.
Daha önce de belirtildiği gibi AB uluslararsı ilişkilerde bir aktör olarak varlık göstermeye yönelik hukuki bir irade beyanında bulunmuş ve kurumsal yapılanma yönünde adım atmıştır. AB ülkeleri kamuoyunun da bunları desteklediğini görüyoruz. Avrupa ülkeleri halkı, AB’nin bir savunma gücü olarak da gelişmesini istiyor. Bütün bunlar AB için Türkiye’yi bu bölgede daha da önemli kılıyor. Öyle anlaşılıyor ki, AB küreselleşen dünyada etkin bir aktör olabilmek için, üyeliğe kabul etse de etmese de, Türkiye ile iyi ve yoğun ilişkiler geliştirmek zorundadır.

 AB’ NİN TARİHÇESİ, YAPISI

 Doç. Dr. Bekir Günay Kocaeli Üniv. Uluslar Arası İlişkiler Bl. Bşk.Yrd.

 Siyaset Tarihi Anabilimdalı Başkanı        

“Avrupa Birliği küresel güç olabilir mi?”
AB’ nin oluşumunda iki temel parametre vardır. Roma ve Katoliklik. Avrupa, genlerinde bu iki özelliği taşıyor. Roma, İlk Çağ’ ın küresel gücüdür. Medeniyetini tamamlarken, Avrupa’ nın kuruluş haritasında, Alman ve Türkler’ e “öteki” kavramını vermiştir. Türkler ve Almanlar Orta Asya’ dan gelmiştir. Roma, kendi dışındakileri “barbar” diye tanımlamıştır. Roma- Katoliklik- Türkler- Almanlar arasında geçen bir dönem oluşmuştur. Bugün de durum çok farklı değildir. İnanç örgüsünde Sezar, ilahlaşmış, sonuçta gelinen noktada Hıristiyanlık  Romalılaşmış, Roma da Hıristiyanlaşmıştır. Böylece Kutsal Roma Germen İmparatorluğu ortaya çıkmıştır. Sonra, doğu- batı ayrılmış, Almanlar işin içine girmiştir. Protestanlığın merkezi Berlin olmuştur. Sonunda Roma’yı din yok etmiştir. Kısaca Avrupa’nın refleks hareketi dindir.
Türkler, Çin Seddi’ nden sonra, daima batıya doğru gitmiş ve Osmanlı, Fatih Sultan Mehmet ile birlikte Avrupa’ ya kendi rengini vermeye başlamıştır. Osmanlı İtalya’ yı fethetmek, Avrupa’ nın gen haritasına girmek istemiş ama girememiş, dış kabukta Viyana’ da kalmıştır. İlerleyen Avrupa, gerileyen Türkiye ile Türkleri yok etme macerası başlamıştır.19. yy’ la gelince, Batı, Doğu’nun eski güçlü haline geri dönmemesi için oryantalizme başvuruyor. Batı, bizim çekirdek genimizle oynamaya çalışmış ve Kurtuluş Savaşı çıkmıştır. II. Dünya Savaşından sonra, Sovyetler dengeleri alt üst edince, İngilizler ABD’ yi devreye sokmuştur. Bu arada Avrupa’ da güçleri birleştirmek fikri gündeme gelmeye başladı. Önceleri İngilizler, Almanlar, Fransızlar bir araya gelerek ekonomik birlik oluşturdular. Böylece bugünlere geldik.
Şimdilerde Avrupa güvenlik savunma paktını kurmak istiyor. Bir otorite var, buna paralel kas gücü yani askeri yok. Türkiye’ de hem asker, hem çalışma gücü var. Türkiye açısından ise bir karasevda var. Biz, AB’ye 60’ lı yıllarda Yunanistan başvurdu diye başvurduk. 80’ lerde aday adayı olduk. Çiller zamanında Gümrük Birliği gündeme geldi. 90’ larda toplum AB’ye karşıyken, ne olduysa 10 sene sonra “girelim mi?” diye tartışır olduk.
Dünyada yeni bir yüzyıl kuruluyor. ABD’ nin kurmak istediği imparatorluk, kaos imparatorluğudur. (Afganistan ve Ortadoğu’ da bu görülüyor.) AB ne yapıyor? ABD ye sahip mi? 11 Eylül kime yaradı? Avrupa bu yüzyılın sonunu görebilecek mi? Alternatif alanlar var mı? Alternatif planımız var mı? Avrupa samimi mi diye sormalıyız. Biz hedef kaybına uğradık. Durumu iyi tesbit etmeli, kararımızı ona göre vermeliyiz. AB, bizi iç güveysi olarak değil, bizi biz olarak kabul etmeli. Avrupa, rengine renk katsın, bizim renklerimizi inkar etmesin.

II. OTURUM

AB’ NİN SOSYAL POLİTİKALARI

Nazik Işık  CEDAW Yürütme Kurulu

 

AB müktesebatı, birliği oluşturan değerler bütünüdür. AB müktesebatının serbest dolaşım ve sosyal politika başlığı altında doğrudan sosyal politikaları vardır. Ayrıca rekabet, tarım, iktisat, eğitim, kültür, çevre, işitsel-görsel politikalar, halk sağlığı gibi dolaylı sosyal politikaları vardır. Bunlar çalışma hayatı, sosyal diyalog, kadın- erkek müktesebatı, ayrımcılığa karşı müktesebat, iş sağlığı ve güvenliği, serbest dolaşım, sosyal güvenliğin koordinasyonu müktesebatını kapsar. Bu kurallar, bireysel ya da toplu işten çıkarmada çalışma hakları, çalışana danışma, işverenin ödeme garantisi fonu, çalışma süreleri gibi hususları içerir.

Kadın- erkek eşitliği konusunda ücretler, çalışma koşulları, mesleki eğitim, fırsat eşitliği, doğum izinlerinde standardizasyon, ebeveyn izni, sosyal güvenlikte muamele eşitliği, cinsiyete dayalı ayrımcılıkta ispat yükünün işverene bırakılması gibi konular ele alınmıştır. Diğer tüm müktesebatlarda temel prensipler belirlenmiştir. Ayrıca birlik içinde oluşumlar meydana gelmiş, uygulamada kurumları oluşturulmuştur. Ayrımcılığa karşı müktesebatta ırk, cinsiyet, cinsel tercih, dini inanç, sakatlık durumları düzenlenmiştir. Ayrıca iş sağlığı müktesebatı, serbest dolaşım ve sosyal güvenliğin eşgüdümüne ilişkin ilkeler düzenlenmiştir.
AB-Türkiye arasında, ekonomik-sosyal konsey arasında diyalogu sağlayan bir oluşum, Türk ve Avrupalı katılımcılarla oluşan onaylanmış bir yapı vardır.
AB’ nin sosyal politikaları oluşum dönemleri 1957-1980, 1987-1991, 1992 sonrası olmak üzere üç dönemdir. AET döneminde ekonomik işbirliği esastır. AT döneminde sosyal koruma kavramı genişlemiştir. Sosyal haklar modeli oluşmuş, işgücü politikasına girilmiştir. AB döneminde istihdam stratejisinin uygulama çerçevesi gelişmiştir. Karar organlarının sosyal politikada yetkileri artmıştır. Sosyal diyalog yoluyla ikincil mevzuat yapılabilir olmuştur.
Türkiye’nin işi kolay değil. İşgücü piyasamız farklı ve çok parçalıdır. Tarımsal istihdam vardır. İşgücüne katılma oranı düşüktür. Niteliksiz gençlerimiz, ağırlıklı işgücünü oluşturuyor. İş gücü piyasasında kurumsallaşma açığı vardır.
AB müktesebatı öğrenmeli ve AB içindeki ülkelerle ilişkilerimizi geliştirmeliyiz.Uyum desteklerinden yararlanmalıyız. Sosyal politika alanında önemli bir geçmişimiz ve birikimimiz var. Ama sosyal politikada güç birliğimiz zayıf,  işbirliğine yeterince açık değiliz. AB, farklılıkların bir arada olmasının gerekli olduğu bir birliktir. Üye olmasak da bunu gerçekleştirmemiz gerek.

AB  VE  GENÇLİK

Ceren İşat KA-DER Ankara

AB ‘ de gençlik politikaları, eğitim politikaları ile birlikte başka şeyleri de içeriyor. Ortak pazarda sermaye dolaşımı rahatken, işgücü dolaşımında sorun yaşanıyordu. İstihdamdaki eksiklerden eğitim ihtiyacı doğdu. AB vatandaşı olma, yabancı düşmanlığından uzaklaşma, bir arada yaşayabilme konuları gündeme geldi. Eğitim programları, ulusal düzeyde ve Avrupa çapında düşünülür oldu.
AB’ nin en güçlü, esnek ve bilgi temelli piyasa olma hedefi, gençliğe eğitimi gündeme getirdi. Temel üç ayrı alana hitap eden eğitim programı oluşturulmuş. Sokrates; hayat boyu eğitim düşüncesi, istihdam üzerinden oluşturulmuş bir program. İş gücünün esnekliği, serbest dolaşımı getirecek. Erasmus; üniversite öğrencilerine yönelik, AB vatandaşlığını gündeme getirecek bir program. Leonardo; işsizlere yönelik hazırlanmış bir program. Eğitim programlarının başarısızlığının en büyük nedeni, ülkeler kendi iç işlerine karışıldığını düşünecek diye kararların tavsiye niteliğinde olmasıdır. Bu politikalar açıklık, katılım, sorumluluk, etkenlilik, tutarlılık ilkeleri üzerine kurulmuştur.
Avrupa’ nın nüfusu gittikçe yaşlanıyor. Kuşaklar arasında çok fark olacak. Ve piyasa ihtiyaçlarını karşılayacak işgücü olmayacak. AB, dışarıdan işgücü çağırmak zorunda kalabilir, gençler üzerinden bir şeyler yapabilir. Gençliğin katılımı, kamusal alandan çok, gençlik ve çevre örgütleri üzerinden oluyor. AB sosyal politikalarda STK’ lara yönelmesi gerekiyor. Açık koordinasyon yöntemi ile faaliyetler düzenli izleniyor, ülkeler birbirine bilgi aktarımında bulunuyor.  Komisyon o yılın öncelikli gençlik alanındaki konuları belirliyor. Türkiye’ de de uygulanan, okullardaki gençlik örgütleri, gençlik STK‘ ları, yerel yönetimlerde gençlik konseyleri oluşturuluyor. Gençlerin yerel-ulusal düzeyde katılımının AB düzeyinde de olması isteniyor.


III.OTURUM

AİHM  KARARLARI  VE  TÜRKİYE’YE  ETKİSİ

Av. Halim Yılmaz  Mazlumder İst. Yönetim Kurulu Üyesi

AHİM, 1948 tarihinde Birleşmiş Milletler tarafından kurulmuştur. Amacı, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde ifade edilen hakları pratiğe geçirmektir. AİHM’ nin özelliği, uluslararası alanda bireysel başvuru yoluna imkan veren, müeyyideleri olan en etkili uluslararası mekanizma olmasıdır. Yapılan başvurular, dairede ön incelemeden sonra komitelere ve büyük daireye iletilir. Her ülkeden yapılan başvuruda o ülkenin de yargıcı bulunur. Bu yargıcın, bilgilendirmede söz sahibi olmasına rağmen karardaki etkisinin diğerlerinden farklı olması tartışılan konulardan birisidir.
AİHM;  hakka müdahale var mı, bu durum kanunlarda öngörülmüş mü, müdahale meşru amaca yönelik mi, demokratik toplum içinde ölçülü ve gerekli midir sorularını inceler. Din özgürlüğünde, kişinin sahip olduğu dini inanç ve hukuksal normlar arasında adil denge kurmaya çalışır. Devletin resmi din empoze edemeyeceğini, devletin sistematik din telkininin sözleşmeye aykırı olduğu tezini işler. Dini bilginin telkin olmadığı, farklı inançların korunup toplum içinde ortaya çıkması gibi prensipleri içerir. Bu sistemde kişilere, devletlerinin tezleri doğrultusunda bakılır. Bununla beraber, yaygın dinler veya bir ülkede nüfus çoğunluğunun mensup olduğu dinler, az bilinen dinlere veya felsefi inançlara göre daha çok koruma görebilmektedir. İhlal durumlarında sözleşme sonrası için ayrıntılara girilmemiştir. Ayrıca mahkeme, din özgürlüğüne ilişkin ayrımcılıkları sözleşmeye aykırı bulmayabiliyor. İnanç özgürlüğüne ilişkin kararlarda İslam Dini mensuplarının aleyhinde olacak kişilerden bilgi alıyorlar. Yerleşik nüfusun çoğunluğunun mensup olduğu dini kabul etmesine karşın, başörtüsü hususunda tersi söz konusu olmuştur. Mahkeme, itikada müdahale edemeyeceğini ve dini anlatmayı sınırlandıramayacağını söylüyor ama başörtüsünde içsel boyutu nazara almamıştır. Türkiye ile ilgili başvurularda hükümet tezi kabul edilmiştir. Hükümetin verdiği siyasi savunmalar mahkemede etkilidir.
Leyla Şahin kararında da  eleştirilen bu konuları gözlemliyoruz. Laik üniversite dışında tercih edilebilecek bir alternatif olmaması, başörtüsünün demokratik topluma engel görünmesi ikna edici değildir. Bu kararla eğitim hakkı, düşünce özgürlüğü, özel hayatın korunması ihlal edilmiştir. Başörtülülerin baskı unsuru olması gibi soyut iddialara yer verilmiştir.
Türkiye üstünde baskı unsuru olan bir çok konuda direktif verilmiş ama dindar insanlarla ilgili tepki verilmemiştir. Bunun bir sebebi İslam korkusudur. İslâmî yükselmeyi önlemek için demokratikleşmeyi görmezden geliyorlar. İslâmî kesimin iktidarı ele geçirince demokratikleşmeyi engelleyeceğini düşünüyorlar. Bunun bir sebebi de anlatabilme sorunu olabilir. Onların anlayabileceği tarzda örgütlenebilmeliyiz, uluslararası insan hakları ağına dahil olmalıyız. AB’ nin insan hakları konusunda tutarsız tavrını terk etmesi gerekiyor. Türkiye’nin dindar insanları da Batı’nın işaret ettiği kendi değerlerini bizzat Batı’ ya sık sık hatırlatmalı ( örn. Ortadoğu’daki olaylar) . Yabancı sömürgeciliği konusu atlanmamalıdır.


IV. OTURUM

KADIN POLİTİKALARINDA KÜRESEL DİNAMİKLERİN ETKİLERİ

Prof. Serpil  Sancar   Ankara Üniv. KASAUM

Dünyada kadın hakları hareketleri ilginç bir siyasal yapılanma içindedir. Kadınlar kendi ülkelerinden önce ulus ötesi alanda küresel güç oluşturarak kendi devletlerine talep iletir hale gelmek durumunda kalmışlardı. Daha sonra kadınlar sorunlarını, başka kadınlarla paylaşarak kendi devletlerini baskı altında tutmaya çalışmışlardır. Dünyada sermaye kesiminin hareketi dışında en önemli hareket kadın hareketidir. Farklı kadın örgütleri bir araya gelip kadın hakları bildirgesi hazırlamış. Bu 1975’ lerden itibaren gerçekleşen bir süreç olmuştur.
Aslında kadın haklarını savunmak, kadın- erkek eşitliğini sağlamak hükümetlerin sorunudur. Ancak, Bütün örgütlerde olduğu gibi, kadınlardan oluşan sivil yapılar da, kadın hak ihlallerini ortadan kaldırmak için izleyen, sorgulayan, raporlayan yetkiye sahiptirler.
Bu süreçte iki ayrı kadın hareketi deneyimi var olmuştur. Birincisi sanayileşmiş, kapitalist deneyimler içinde ki kadın hareketi; İkincisi yeterince sanayileşmemiş, tarımsal alanı fazla olan bölgelerde ki kadın hakları deneyimidir. Bu iki ayrı deneyim çatışmalı konuları devam mı ettirecek yoksa yeni bir sıçrama yakalayacak mı?
AB sürecinde yeni bir demokrasi anlayışı gelişti. Buna göre insanın, doğuştan özgür ve eşit olduğu kabul ediliyor. Ama tarihsel alanda insan kavramı kadınları içermiyor. Kadın hakları hareketinin temel noktası kadınların “biz de insanız” demesidir. Zamanla kadın hakları bağımsız siyasal hareket haline gelmiştir. Bu aynı zamanda devletin sorumluluğu olmuştur. Politika bu anlamda gözden geçirilmiş, kurumlar ve kamu politikaları düzenlenmiş, bütçenin bir kısmı kadınlara ayrılmıştır.
AB deneyimi kadın hakları açısından tavsiyeler niteliğinde karşımıza çıkacaktır. Yasal olarak konulsa bile, bunun gündelik hayata yansıması nasıl olacak? Bizim bunlarla nasıl ilişkileneceğimizi takip etmemiz gerekiyor. Türkiye AB sürecinde paylaşma ve deneyimi hukuka dönüştürme neticesinde kadınların parlamentoya girebilme hakkının artması gerekiyor.
AB ile Türk kadın örgütleri arasında çatışma yaratabilecek dinamikler var. Bunlar, Müslüman kimliğinden duyulan korku ve kadın haklarının finansman zorluklarıdır. Başörtüsü sorunu Türkiye’ de çözülmeden AB’ de çözülmeyecektir. Finansman için uluslar arası kadın fonlarına başvuruyoruz. Bu kendi sorunlarını da birlikte getiriyor. Feminist projeciler gündeme geliyor. Bu proje fonlarının kendi format ve zorunlulukları var. Bunlar da yerine getirmesi zor koşullar oluyor.


İNSAN HAKLARI SİVİL TOPLUM PROGRAM YÖNETİMİ

Feray Salman  Avrupa Komisyonu Türkiye Delegasyonu

Kendimizi nasıl tanımlarsak tanımlayalım, kadınların kadın olmalarından kaynaklanan sorunları var. Başkalarının mağduriyetini görmemiz gerekli. Engelliler, sığınmacılar, cezaevindekiler çifte ayrımcılığa uğruyor. Şiddet, eğitimden faydalanamama, çalışma koşullarıyla ilgili sorunlar var. Herkes benim mağduriyetim daha önemli diyor. Bu durumda eşitliği yakalamamız zor görünüyor.

AB’ de modeller var ancak, sistemin içine entegre edilirken sorun yaşandığını biliyoruz. Parlamentoda, sendikalarda, yerel meclislerde katılım çok yetersiz. Aile içi şiddet, modern kölelik, kadının cinsel obje, meta olarak kullanılması AB üyelerinin de savaştığı bir alan. AB düzleminde güçlü bir kadın hareketi var. Avrupa Kadın Lobisi, direktiflerin çıkması için özel bir lobi. Türkiye’deki kadın hareketleri, Avrupa lobisi içinde yerini almaya başlamıştır. Avrupa bölgesel bir düzlemde karar mekanizmasında aktör olabilir.
Finansman araçları oluşturma dışında AB’ de kadınlara yönelik bir takım programlar var. Dafne; kadına ve çocuğa uygulanan şiddetin önüne geçmek için hazırlanmış bizi de yakından ilgilendiren bir program. Bireysel projeler değil, birlikte ortak programlara destek vermek açısından önemli. Birbirini anlama, kendini ifade edebilme, öteki ile buluşabilme, ortak programlar geliştirme yönünde çalışmalıyız. Eşitlikle ilgili ve İnsan Hakları ile ilgili programlar var. STK ‘ ların kendi çalışma programlarını hayata geçirme anlamında bir kuruluş olarak verdiği mücadelede nereye ulaşacağı ve nerede olduğu konusunda problemleri var. Nihai etkilerimizi ne kadar öngörebiliyoruz? Projeci olan kadın kuruluşları var. Bunlar ihtiyaç sahiplerini, ihtiyacı ve çözümü kendileri belirliyor. Halbuki ihtiyaç sahibinin gerçek ihtiyacını görmeyen projeler etki açısından başarısızdır. Küçük hedefleri doğru saptamak gerekli. Alt ayakların ne olduğunu, nasıl çözüme gideceğimizi iyi bilmeliyiz. Sorunları çözerken etkili olmalıyız.
AB süreci yüzyıla damgasını vuran bir süreç olacak. Kendi önyargı, korku ve çekincelerimizle yüzleşeceğiz. Yeni yollar bulmak zorundayız.

V. OTURUM

AB’ DE MÜSLÜMAN KİMLİĞİ VE BİREYSELLİĞİ

Dr. Ferhat Kentel    Bilgi Üniv. Öğr. Görevlisi

Avrupa’da yaşayan Türkiye kökenli insanların yaşadıkları deneyim değişimin nasıl olduğuna, olabileceğine dair ipuçları taşıyor. Yani değişim başkalarıyla beraber mi, yoksa sadece kendi özgünlüğümüze dayanarak mı olabiliyor?
Türkiye’deki İslâmî hareket ve Kürt hareketinin “farklılık” mücadeleleri sayesinde demokraside açılımlar sağlandı. Çünkü farklılıkların silindiği ve mutlak uyumun dayatıldığı durumlarda “yeni”yi düşünmeye gerek kalmaz, açılım sağlanamaz. Bu kesimler inatla varolmak için çaba sarfedince bir çok soruyu tartışabilir ve farklı olanı düşünür olduk. Kürt hareketi ne kadar görülmek istenmese de onlar “biz farklıyız” dediler ve bizim tahayyülümüz genişledi; bir adım daha attık.
Avrupa’daki Türkler de, modern “beyaz insan”ın anlatısına karşı başka bir hikaye ile ortaya çıktılar. Türkiye’den ilk gidenler ekonomik gerekçelerle, işgüçlerini satmaya, ama geri dönmek üzere gitmişlerdi. Bu, bir yanıyla uluslararası piyasanın oluşma hikayesiydi, ancak yabancı bir yerdeki insan kendine ait işaretler arar. Var olabilmek için, kendi yuvasında olduğunu hissettirecek işaretlere ihtiyaç duyar. Kendini korur, başkalarına karışmak istemez. Buna karşılık, kendi cemaati içinde kalmak da değişime karşı direnirken yok olma riskini de taşır. İşte kendi dilini ve dinini korumak isteyen insanlar zamanla Almanya’da kendi kurumlarını oluşturdu; cami, kuran kursu, külliye vs.
İlk başta ekonomik amaçlarla ortaya çıkan göç 12 Eylül’den sonra siyasal boyut kazandı. Bir talepte bulunan ve “direnişi” öğrenen insanlar oluşmaya başlandı. Siyasal sebeple göçenlerin dönüşleri de mümkün değildi; dolayısıyla yabancı bir ülkede “toplumsal aktör” olmanın imkanı ortaya çıktı.
Sonra, oldukça yeni özelliklerle 3. kuşak ortaya çıktı. “Kültürlerarası” (intercultural) olarak tanımlayabileceğimiz bu yeni kuşak “hem Türk’üm hem Alman’ım”, “Kürt’üm ama Almanya vatandaşıyım”, “hem Almanca’yı hem Türkçe’yi; hem doğuyu, hem batıyı biliyorum” diyen bir kuşak oldu.
Bütün bu süreç modernlik içinde gerçekleşti. Modernlikle birlikte tüm toplumlar ve insanlar yeni kelimeler, yeni kavramlar, yeni referanslar, yeni davranışlar öğrendi. Bu süreç güçlü, kapitalist kültüre sahip olan sınıfların kontrolünde yaşanan bir medenileşme süreci… Bu süreçte hayat ikiye ayrıldı; kamusal-özel, rasyonel- irrasyonel, kadın- erkek gibi her şey ikiye ayrıldı. Kamusal alan, özel alanımızdan hiçbir şeyi taşıyamayacağımız steril bir alan olarak kabul edildi. Orası “modern ilerleme” alanı olduğu için, oraya “özel” olan ya da “premodern” olarak adlandırılan özellikler giremeyeceği öğrenildi. Örneğin bu nedenle, “modernleşme” adına, başörtülülerin kamusal alana girmesi engellendi. Kendini kamusal alanda gösteren ve ideolojik olarak gerçekleştiren modernizm, adeta bir din gibi yaşandı. Ve biz, adeta “dinselleşerek”, “inanarak” modernleştik. Laiklik tutkusunu din gibi yaşadık.
Şimdi bu modern durum hayatın içinde sorgulanıyor. Yapılan bütün ikili ayrımlar kriz yaşıyor. Kamusal alan steril halini koruyamıyor; premoderniteyle / “gerilikle” özdeşleştirilip marjinalleştirilen özel alan kamusal alana çıkmaya çalışıyor; kamusal alan saflığını yitiriyor; ancak özel alan da cemaatin korunma yeri olma özelliğini yitiriyor. İşte bu yeni durum kültürler arası bir dinamik yaratıyor ve bu da bugün Avrupa’yı sorgulayan, modernizmi krize sokan süreci beraberinde getiriyor. Bunu özellikle modernizmin en “ortodoks” tezahürlerine sahip Fransa’nın başörtüsünü yasaklamasında görüyoruz. Eğer bir şey yasaklanarak kabul ettiriliyor ise ikna ediciliği yok demektir. Yasaklayarak varolmaya çalışan klasik modernist ideolojinin de güçsüzlüğü söz konusudur.
Fransa bir “entegrasyon” ülkesi. İşte Müslümanların varlığı “entegrasyonu”, kamusal alanın “düzenini” bozuyor. Bir bakıma, sekülerleşmiş Avrupa’nın kamusal alanına “modernleşmemiş”, “vahşi” bir boyut giriyor.
Avrupa’da yaşayan Türkiye kökenli insanlar ilk önce cemaatleriyle direndiler, farklılıklarını korudular ve kendi içine kapandılar. Ancak süreç devam etti ve daha sonra ise kültürler arası ve “melez” halleriyle Avrupa’nın homojenliğini bozdular.
Sembolik bir öneme sahip 1989’da Berlin duvarının yıkılmasıyla şimdi yeni bir zaman dilimindeyiz. Bu iki kutuplu dünyanın sonuydu. O zamana kadar “doğu”da isek, “batı”ya, sömürüye karşıydık. “Batı”da isek bizde refah vardı, duvarın ötesi esaret anlamına geliyordu. Duvar yıkıldı; referanslarımız, garantilerimiz sona erdi; “karışıklığın” dünyasına girdik. Güvensizlik ve saf olmayan bir çok duyguyu aynı anda yaşar olduk. Bu uluslarımızın da sorunlarla, sorularla ve şüphelerle karşılaşmasına sebep oldu. Bu şüpheyi, güvensizliğimizi aşmak konusunda din en önemli referansımız oldu. Ulusun totaliterliği karşısında, hayatın her alanına dönük anlam bulabildiğimiz ama hiçbir zaman tek bir yoruma indirgenemeyecek olan dinin içindeki esneklikle değişim potansiyeli güç kazandı. Deneyimlerin kamusal alana taşınması, “kendi” olma arzusu, zengin bir deneyimin hiçbir sınırlayıcı kelimeye hapsedilemeyeceği düşüncesi kendi meşruiyetini kurdu.
Kendimizi hem ulus, hem cemaat hem de bireysel düzeyde gerçekleştiriyoruz. Bunların üçü de bizim referanslarımız. Çünkü hepsi bizim gerçekliğimiz… Bir yandan “ulus”u içselleştirdik. Yaşadığımız topraklara -Türkiye veya Almanya- kendimizi ait hissetmeyi öğrendik. Ulus değerlerimizi araçsallaştırdı: “verginin kutsal olduğunu”, “temizliğin imandan geldiğini”, “askerliğin peygamber ocağı olduğunu” öğretti. Ama biz aynı zamanda Müslüman, ateist ya da başka inançlara sahiptik. Biz de şimdi kendi sahip olduğumuz özel alanımızdaki referanslarımızı kullanıyoruz. Şimdi benim cemaatim ulusun homojenleştirmesine karşı direniyor. Ancak cemaatin de homojenleştirme ve totaliterleşme potansiyeli var; buna karşı da “birey” olarak karşı koyuyorum. Başka bir deyişle, mutlaklaşmama riski taşıyan her üç referansım birbirlerine karşı demokratik bir panzehir rolü oynaması gerekiyor. Çünkü kendimizi koruduğumuz yer esir olduğumuz yer de olabilir.
Son olarak hepimizin ayrı bir hikayesi var bu hikayeler bizi besliyor. Ancak bu hikayeler korkutuyor modernist zihniyeti. Avrupa’nın Müslümanlık’tan korkmasının sebebi de bir bakıma çaresizliktir. Belki de en çok Müslümanlıktan korkmasının sebebi de budur; steril ilerleme hikayesini  en radikal olarak sorgulama potansiyeli taşıyan “farklılık”, çokkültürlülük içinde kontrol edilebilecek olan etnik aidiyetlerden veya cemaatlerden çok Müslümanlıktır. Çünkü liberal çokkültürlü yapıda örneğin “Kürt” olmak kendi içinde yaşayarak sorun çıkarmayabilir ve “çeşitlilik” olarak değerlendirilebilir; hiçbir Alman “Kürt” olmaz; ancak bir Alman “Müslüman” olabilir. Bu yüzden Avrupa’nın Müslümanlar karşısında yaşadığı kriz ve aldığı tutum ikiyüzlülük değil, çaresizliktir…


VI. OTURUM

AB ÜLKELERİNDE YAŞAYAN MÜSLÜMAN HANIMLARIN PROBLEM PRATİĞİ

Dr. Fatma Ömeroğlu    Kadrolu Vaize

İşçi anlaşması ile birlikte 1962 yılında, Almanya’ ya göç edenlerin %23’ ü kadınken, bugün bu oran %45 lere çıkmıştır. Bu süreçle birlikte bir takım problemler de ortaya çıkmıştır.
Çocuklarımızın yaşadığı ortama uyumlu şekilde kimliğini geliştirebilmesi için sağlıklı din eğitimi gerekli. Bunun için aile, okul, cami müesseseleri var. Aileye bakarsak birinci nesilde sahip olduğu dini bilgi, geleneksel ve eksik. İkinci nesilde bilgi daha da azalıyor. Üçüncü nesilde durum iyice karışıyor, asıl eğitilmesi gereken bunlar. 11-12 yaşlarındaki kızlara ileriye yönelik amaçlarınız neler diye sorunca, kuaför yardımcısı, kasiyer, dişçi yardımcısı gibi cevaplar alıyoruz. Gayret, çaba, emek gerektiren idealler yok. Ailede özellikle anne bilinçliyse çocuk yönlendirilmiş. Yoksa aile bunu veremiyor. Cami, mescit, külliye yaptırılmış ancak buradaki görevlilerin o ülkenin dilini, kültürünü çok iyi bilmesi gerekirken çok yeterli olmadıklarını, diyanet dışındaki yerlere bakınca da İslam adına İslami olmayan yaklaşımların öğretildiğini görüyoruz.
AB ülkelerinde ve dünyada din eğitimi mezhebe dayalı ve mezhepler üstü olmak üzere iki türlüdür.  Mezhebe dayalı eğitimde, o dinin sevdirilip tanıtılması amaçlanıyor. Tutum o mezhep tarafından belirleniyor. Eğer mezhepler üstü ise tutum söz konusu değil, Hıristiyanlık kültürüne dayalı genel bilgi veriliyor. Türkler’ in çoğunun böyle bir haktan haberi yok. Özellikle bizi çok ilgilendiren 3-6 yaş eğitimi ve mutlaka yapılması gereken okul öncesi eğitim kurumları kiliseye bağlı. Hıristiyan imgelerine bağlı eğitim söz konusu bu kurumlarda. AB ülkelerinde Müslümanlar’ ın okullarını açma hakları var. Özellikle 0-6 yaş okul olmaması ve misyonerlik faaliyetlerinin çok olması sebebiyle kendi kimliğini korumak çok zor.
İnsanların zayıf yönlerinin kullanıldığı misyonerlik faaliyetleri yaygın. Çocuklar ana dillerini çok iyi bilmiyorlar. Aile şiddetinden dolayı sığınma evlerine sığınan çok kadın var. Bozulmamış diye kendi çocuklarına Türkiye’ den eşler getiriyorlar. Ancak yinede Türklerin yabancılarla evliliği revaçta. Her iki halde de problemler ortaya çıkıyor. Toplumda kabul görmek için dinini değiştirenler var. Çarpık aile ilişkileri, parçalanmış aileler, sorumsuzluk, göç sebebiyle ayrılıklar görülüyor. Başörtüsü siyasi, radikal, ataerkil toplumu çağrıştırıyor. Dil, din, ırk ayrımı yapılmayacağına dair kanunlar düzenlenmiş ama pratikte böyle değil. Pratikte göçmenlere negatif ayrımcılık var. AB ülkelerinde Müslüman kimliği ile modernite arasında sıkışmış insanların entegrasyonunu o ülke insanının ön yargılı bakışları engelliyor.

VI.OTURUM

AB SÜRECİNDE DİN OLGUSU

Gabriel  Goltz

Bütün toplumlarda ayrımcılık yaşanır. Bunun hangi düzeyde olduğuna bakmamız gerekir. Devlet düzeyinde mi, hukukta mı, toplum düzeyinde mi? Hukuk düzeyinde aksaklıkları düzeltmek kolay olabilir. Toplumda var olanı ortadan kaldırmak çok zor. Bütün sorunları sunduktan sonra nereden kaynaklandığını analiz etmemiz lazım. Ne tür stratejiler öne sürüldüğünü görmek lazım. Berlin’ de ayrımcılığa karşı çıkan Alman’ lar var. Türk- Alman okulları var. Türk ve Alman kökenli Alman’ lar, Türkçe ve Almanca ders alıyorlar. Avrupa Birliği’ nde din olgusu geniş bir kavram. Sadece Müslümanlarla sınırlı değil. AB’ nin farklı üyeleri var. AB bir Hıristiyan kültürü değildir. AB anayasasında girişte, kültürel, insani, dini miraslarından ilham alır. Evrensel değerleri yerleştirir. Hıristiyanlık özel olarak belirtilmez. Dini miras yerine Hıristiyan geleneğine atıf yapılması istenmiş, bunları Hıristiyan değerler topluluğu demiş ama bu çelişkili bulunmuş. AB temel değerleri evrenseldir. Hıristiyan olduğunu söyleyenlere karşı çıkanlar az değildir.
Toplumda din-devlet ilişkisi yoktur AB İnsan Hakları Sözleşmesi’ din ve vicdana bağlı ayrımcılığı yasaklar. Saygının altı çizilir.  Avrupalı devletlerin kilise ile karşılıklı özerkliklerini benimsiyor olması, bağları ortadan kaldırması anlamına gelmiyor. İngiltere’ de devlet başkanı resmi liderliği altında devlet yasası var. Kilise başkanını o atar. İskoçya’ da devlet kiliseden daha baskındır. Bu kilise ile devletin ayrıldığı anlamına da gelmez. Siyasi- kültürel bağ vardır arada. Diğer cemaatlerin hür olmadığı anlamına da gelmiyor. Bu mesele özgürlük meselesinden çok eşitlik meselesidir. Almanya’ da daha çok Protestan ve Katolikler oturuyordu. İki kilise sosyal atmosferi belirliyordu. Diğer mezhepler nüfusun küçük bölümünü oluşturuyor. Hiçbir mezhebe bağlı olmayanlar, Müslümanlar var. Kilise- devlet ilişkisi Alman yasasını çizer. Avrupa din, mezhep, inanç özgürlüğünü teminat altına alır. Din değiştirme özgürlüğünü, ibadet özgürlüğünü de içerir. Bireysel, medeni hak ödevler, dini ritüellerle ilişkisi yoktur. Almanya’ da binlerce cami bulunur. Devlet- kilisenin kurumsal olarak ayrılması. Ayrılma kavramı anayasada geçmez. Fakat devletin dini bağlardan ayrılması gerçeği Alman anayasası ile düzenlenmiştir. Devlet kilisesi yoktur. Resmi kurumların sivil hak ve inançtan bağımsız olması, devletin mezhebe bağlı olmaması din özgürlüğünün sonucudur. Devlet kurumları ile kilisenin müşterek çalışmasının zorunlu olma durumu da vardır. Burada düzenli işbirliği ve uzlaşma gerekir. Dışlama reddetme özgürlüğü yoktur. Ayrılması tarafsız olduğunun ifadesidir. Tanımsızlık ilkesi devleti pasif kalmaya mecbur bırakır. Kişinin inancı kişiye ne yarar ne zarar sağlamamalıdır. Negatif veya pozitif tarafsızlık, Almanya’ daki sistemin Fransa’ dan farklı olduğu noktadır. Fransa’ da laiklik vardır. Devlet, vatandaşlarını din açısından ne eğitir, ne öncelik verir. Her dini topluluk kendi işlerini kendi başına düzenler. Cemaat devletin bir parçası olamaz.Cemaatin özerkliği, bağımsızlığı vardır. Din özgürlüğü tanınır. Kilise vergisi alma hakkı, devlet yardımı tedbirleridir. Bu statüyü sağlamamış cemaatler bu yardımı alamaz. Bir taraftan sekülerleşme, din- devlet arasındaki geleneksel uyumu sona erdirmiş ama sonuçta manzara renklenmiştir.

Hazırlayan Nalan Aközek

Önceki Yazı

Kadın Buluşmaları – Batman Ekim 2004

Sonraki Yazı

Kadın Buluşmaları – Bursa 2006

Bunlar da ilginizi çekebilir

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir