8 Ekim 2009
Sosyoloji, zihinlerin nufüz etmede çok zorlandıkları bir bilimdir. Yani öznenin, insanın olabildiğince nesnel olmaya çalışarak kendisini ben, biz ve onlar olarak dün ve bugünüyle konu edindiği bilimler, yani sosyal bilimler tarihsel bilimlerdir. Çünkü Türk sosyolojisini konuşacaksak şu soruları sormak lazım; Hangi şartlar altında nasıl gelişmeye başladı? Avrupa’dan nasıl taşındı? Avrupa’da hangi durumlar bu sosyolojik düşncenin gelişmesine neden oldu?
Tarihsel bilimler ifadesini şöyle de anlamamız lazım; Tüm sosyal bilimler özellikle de sosyoloji, tarihin belli bir zamanında belli bir yerde duran, yaklaşımları bir kültürel izle damgalanmış ve belli bir paradigmanın içindeki insanların ürettikleri bir birikimdir. Yani söyleyeceğimiz herşey içinde bulunduğumuz koşullar ve zaman ve mekanla mukayyettir. Dolayısıyla şartlar değiştiği zaman yeni durumlar ortaya çıktığında muhakkak bu bilgiler değişecek. Böyle bir giriş yapmak zorunda kalıyorum çünkü Türk sosyolojisini konuşurken daha çok bilgiler değişecek.
Hadise şu; biz yüzyıl öncesinden çok farklı bir Türkiye’de yaşıyoruz. Sosyoloji o günün sosyolojisi değil, Avrupa o günün Avrupası değil, Türkiye o günün Türkiyesi değil. O halde biz ya skoloastik denilen bir zihniyette belli şeyleri tekrar edip duracağız ya da kendi içinde yaşadığımız dünyanın bilimin gelmiş olduğu noktada yeni açılımları ile biz de kendimizi ortaya koyacağız. Onlar kendilerini ortaya koydular o dönemin şartları içinde, biz de kendimiz için bunu yapacağız. Elbette bunu peşinen kabul edeceğiz ve bizden sonra gelenler de bziimkisinin aynısını yapacaklar.
Yüz yıl önceki sosyologların, sosyolojinin bilimselliğinden zerre kadar şüpheleri yoktu. Sosyoloji onlar için bir bilim olmanın ötesinde bir dindi. Onlara gore dinlerin klasik ortaçağdan, ilk çağlardan gelen dinlerin ömürlerini tamamladığı dolayısıyla artık akıl çağında pozitif, pozitivist bir zihniyetli modern bir din akılcı bir dindir. Yani sosyoloji, sosyologları bugünkünden çok daha fazla bir fikir tertip edip eden bir dindi. Şimdi biz bilim felsefesinin yani bu yüz yıllık süreç içerisinde Viyana çevresini yaşadık. Arkasından resmi muhalif Karl Popper’ın onlara getirdiği eleştirilerle katkıları, Thomas Kuhn katkılarıyla o bilim felsefesi yani bilimsel bilginin ne olduğu konusundaki telakkileri bu günlere getirirken geçmişe dönük olarak baktığımızda bunu çok açık bir biçimde görüyoruz. Onlar bilim olduklarından şüphe etmiyordu. Biz bugün ne kadar bilimsel olur endişesi içindeyiz sosyoloji çalışırken.
‘İnsanın kendini konu edindiği, ben, biz ve onlar olarak dünü ve bugünü ile’ ifadesini kullandım dikkat ederseniz. Bu ifade bütün sosyal bilimleri kapsıyor. ”Ben” i incelediğimiz zaman psikoloji, “biz”i incelediğimizde mikro düzeyde inceliyorsak sosyal-psikoloji, makro düzeyde inceliyorsak sosyoloji, “onlar”ı inceliyorsak sosyal antropoloji ve tabi ki “bugünü” ile bunu yapıyorsak bu bilimler, “dünü” ile bunu yapıyorsak arkeolojiden sosyal tarihe kadar tüm alanları ile tarih içindeki sosyal bilimler..
İşte bu zeminde Türk sosyolojisini konuşacaksak 6 hafta boyunca once batı toplumlarını konuşacağız. Türk toplumunu dünlerden bu günlere doğru getirmemiz gerektiğini düşündüğüm için bu haftanın konusunu Batı Toplumları ve Türk Toplumunun Tarihi Seyirleri olarak isimlendirmiştik.
Avrupa, tarihin özellikle 18-19.Yüzyılların ama özellikle 19.yüzyılın 2.Dünya Savaşı’na kadar baş aktörü. Bu rolü sonra ABD üstlendi. Dolayısıyla Batı diye konuştuğumuzda öncelikle konuşacağımız şeyler Avrupa ile Avrupa’nın Atlantik kıyıları yani batı Avrupa ile sınırlı olacaktır.
Bilinen bir şey var, Avrupa topraklarında tarihin en eski çağlarında bile insanlar yaşadı. Fakat Avrupa’nın tarihe adım atması – tarihçiler çalışmlarında gördüğü kadarıyla- barbar istilalarıyla başlıyor.
Barbar istilaları 4-5.yy’larda oluyor. Ondan sonra Avrupa; bölünmelerin, çatışmaların diyarı olarak bilinir. Avrupa sınırları diye bir şey yok çünkü Avrupa diye bir kıta yok. Avrupa -dünya haritasına baktığımız zaman da görüyoruz-Asya’nın başı gibi batıya doğru uzanmış bir yarımada.
Birinci bölünme Roma’nın Bölünmesidir. Roma, Batı Roma ve Doğu Roma olarak 395 tarihinde yani takriben 5.yüzyılda bölünüyor.
İkinci bölünme Akdeniz’in bölünmesidir. 7. Yüzyıl’da Arabistan’dan doğan İslamiyet, büyük fetih hareketiyle Akdeniz’i doğu-batı güzergahında ve kuzey- güney olarak ikiye böldü. İspanya’da İslam’ı durdurmayı başaran Avrupa var ve İslam’a göre kendisini tanımlamayan, Hristiyan kimliğini pekiştirmeye çalışan, adeta İslamla kendini kazanan bir Avrupa…
Bir başka bölünme ise 1054 yılında Patrik ile Papa kıyamete kadar birbirlerini aforoz ettiler yani Hıristiyanlık ikiye bölündü. Patrik Kellarious ortodoksların ruhani lideridir. Papa ve patriğin sözü tanrı sözü yerine geçtiği için tövbesi vazgeçilmesi mümkün olmayan birşey olduğundan bu afaroz hala devam etmektedir. Dolayısıyla Papa’nın gelip patrikhaneyi ziyeret etmesi çok büyük bir tarihi olaydır. Değişen dünyanın şartları ile ilgili bir stratejiydi. Ama bu iki Hiristiyanlığın ortak bir dünyevi çıkarları olmadıkça manevi bir sebeple birleşmeleri her zaman için çok zordur.
Dördüncü bölünme ise Papalık-İmparatorluk ayrılığı (11-13.yy.) Bu ayrılık sonunda ilahi iktidar ile dünyevi iktidar yani bugünkü laikliğin temelleri atılmaya başlandı Avrupada. İsa’nın hakkı İsa’ya Sezar’ın hakkı Sezar’a biçimindeki şeyler.
Orta çağda 1453’te Avrupa, Doğu Roma’yı yani eski dünyayı kaybetti. Kristof Kolomb1492’de, yeni dünyayı keşfetti. 15.Yüzyıl sonları, 16.yüzyıl başları Koppernic devridir. Koppernic Gallileo’dan daha önemli bir isimdir. Çünkü zihniyet değiştirme anlamında dünya değiştirdi. Modern bilimin temelleri orada atılıyor. Tabi ki bunun iki yüz yıllık bir arka planı var. Yani Rönesansın başları, 13.-14. yüzyıl Hümanistlerinin çalışmaları, ondan önce dictator olarak isimlendirilenlerin çalışmaları ki o dictator bu günkü diktatörlük değildir. Yani yazdıranlar, dikte ettilerenler, dikte ettirme sanatı hümanistleri hazırladı. En önemlilerinden birisi Aristo’nun bütün kitapları yakılmalıdır diyen Roger Bacon’dır.
Beşinci büyük bölünme, 16.yüzyıl reformla gelen bölünmedir. Bir tarafta Katalolik, bir tarafta Protestan dünya. İngiltere, Almanya, İsviçre, Hollanda ve İskandinavya Luther tarafında kalanlar yani protestan olanlardır. İspanya, İtalya, Fransa ve diğerleri Katolik olanlardır. Max Weber’i ve Weber’in protestan ahlakının kapitalizmin gelişmesindeki rolü ile ilgili düşüncelerini ve bunun Avrupa tarihinde ne kadar büyük bir bölünme olduğunu hatırlayacağız. Arkasından din savaşları gelecek ve daha sonra ulus savaşları, sömürge savaşları gelecek.
En son olarak ise 1.ve 2. Dünya Savaşı ile gelen süreç. 2. Dünya savaşı çok büyük bir şoktur. Ana Britannica’yı açıp altı yıllık savaşta ölen insan sayısına bakın ve bu sayıyı önce altıya bölün sonra 365’e bölün bir günde ölen insan sayısı 30.000’dir. Bu yıkımın büyüklüğü ve bu savaştan sonra bugün bütün Avrupa’da geliştirilmeye çalışılan şey ‘artık yapmayalım kurtulalım bunlardan’ şeklinde bir projedir. 1.Dünya Savaşı’nın yıkıcılığı elbette bu kadar büyük değildi. Bu dünya savaşları sosyologlar üzerinde çok etki yaptı. Birinci Dünya Savaşı özellikle bilimin yıkıcılığını göstermeye başladı. O güne kadar evrimci, ilerlemeci bir dünya görüşü ile gelecek daha iyi olacak çünkü artık biz batıl inanışlardan kendimizi kurtardık, rasyonel akılcı insanlarız, bilimin ışığında bakıyoruz, bilim çok gelişiyor, akıl bütün sorunlara çözüm bulacak dendi. Yani aydınlanma çağının düşüncelerinin ciddi bir şekilde sorgulanmaya başlandı. Avrupa’da Marxist düşüncelere yatkın olan aydınların Marxism ile ilgili şüphelerinin ilk defa başladığı bir dönem. Çünkü Birinci Dünya Savaşı ile tarih 19 yüzyıla damgasını vuracak. 19 yüzyılı şekillendiren en büyük etkilerden birisi, sınıf mücadeleleri yani iki kutuplu bir toplum kendi içinde Burjuvazi ve Proletarya olarak ayrılıyor. Gelişen işci bilinci, sendikal haraketler, sosyalist hareketler falan. Bu haraketlere dikkat edelim, tarihsel materyalizm ne diyordu? Altyapının ekonomi olduğunu dolayısıyla bilincimizi geliştiren şeyin içinde bulunduğumuz ekonomik koşullar olduğunu, o yüzden aynı koşullar içinde yaşayanların ortak bir bilinç geliştireceğini söylüyordu. Siyasal farklılık ve diğer üstyapı farklılıkları yani Alman burjuvası ve Fransız burjuvası birbirine daha yakınlar kime kıyasla? Alman proleteri ve Fransız proleterine göre daha yakınlar çünkü ortak hayat şartları ortak şuurlar geliştiriyor. Ama Birinci Dünya Savaşı gösterdi ki normal şartlar altında böyle olan biri, bir savaş sözkonusu olduğunda Fransız prolertaryası ve burjuvazisi, Alman burjuva ve proleteryasına karşı birleşiyor. Dolayısıyla Birinci Dünya Harbi, bu işleri bilen insanların Marxist düşünceye ciddi bir bir biçimde sorgulamaya başlamalarına sebep olan bir savaş oldu. İkinci dünya savaşından sonra süreç bilimin yıkıcılığını göstermiş özellikle artarak ta bu günlere geldi. En sonunda sözünü ettiğimiz PAUL KARL FEYERABEND’ın anarşist bilim kuramına kadar gelip dayandı.
Avrupa 18. yüzyılda dünyayı değiştirmeye başlayacak. Demek ki iki yüz yıllık sürede bir için için oluş var. Şimdi bu gün şöyle bir tarih hatası da yapmayalım. ‘Aaa Avrupa değişti Osmanlı uyudu’ hiç alakası yok. Adım adım takip ediyorlar, bunların hepsini görüyorlar ama birşeylerin olması için pekçok şeyin beraber olması gerekir, tek başına olduğu zaman zaten hiç birşey anlaşılmıyor. Mesela bir Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesini açtığınız zaman görüyorsunuz ki Amsterdam’a gittiğinde ordaki Kızılderilerle konuşuyor. Kızılderilileri kürek mahkumu yapmışlar, gemilerle getirmişler ve Evliya Çelebi’nin yazdığı Kızılderili’nin Frenkler’den şikayetleri şu; ‘bizim ışıklı, güneşli bir dünyamız vardı bu adamlar geldiler bizim uzun ömürlerimizi kısa ettiler’.
Osmanlı 19.yüzyıla kadar tüm süreci yakından takip ediyordu ve gerektiği kadarıyla da teknoloji transferini çok iyi yapan adaptasyon gücü çok yüksek olan bir toplum. İşine yarayacak olanları da gecikmeden almaya çalışıyordu. Ama o sermaye birikimini büyük zulümler olmadan yapabilmemiz mümkün değildi. Avrupa nasıl zenginleşti? Avrupa dünyayı sömürdü ama dünyadan daha fazla kendi insanını sömürdü. Çok iyi bir sosyolog ve gözlemci Karl Marx, vahşi kapitalizm diye boşuna demiyordu. Kendi döneminde son derece realist bir biçimde analiz ediyor ve onun beklentileri, tahminleri, kurguları çıkmıyor. Hatta tarihin ironisi; özel mülkiyet kaldırılacak diyen adamın 1990’lı yıllarda Londra yakınlarında içinde kabrinin bulunduğu kabristan özelleştirildi. Bugün dünyanın her yerinden onun kabrini ziyaret etmeye para ödeyerek giriyorlar.
Sermaye birikimi olmadan, böyle bir toplumsal kutuplaşma olmadan o ekonomik gücün büyük sonuçlarının da gelmesi mümkün değil. Karşılaştırmalı tarihçilerin yapmış olduğu çalışmalarda görüyoruz ki Osmanlı’nın en sıkıntılı olduğu, masraflarının arttığı dönemde, özellikle vergilerin artırıldığı dönemlerde bile o dönemin Avrupası’ndaki vergilerle kıyaslanamayacak kadar düşüktür, sosyal adetletçi bir ülkedir. Dolayısıyla dünyayı sömürmeden ve kendi halkını sömürmeden başka şekilde böyle bir zenginliğe ulaşmaları mümkün değildir.
Endüstri devriminden söz etmek gerek. Çünkü bu güne kadar gelen süreci hazırladı ve arka planda endüstri devrimi ve tarim devrimi var. 1750 yılından 1800 yılına kadar tarım vasıtasıyla büyük bir zenginleşme yaşanıyor. Hayat şartları ve beslenme imkanları düzeliyor, yeni yollar kanallar yapılmaya başlanıyor. Ziraat pazarı önem kazanmaya başlayınca toprak sahipleri çiftliklerine yatırım yapmaya başlıyorlar ama bu arada hızla gelişen bir burjuva sınıfı çıkıyor şehirlerde. Bu burjuvalar aslında 13-14. yüzyıllarda gelişmeye başladılar. Dünyada hep para söz konusu olduğunda belirli merkezleri var; önce İtalyan şehir devletleri olan Venedik ve Cenova, iki yüz yıl kadar Amsterdam, sonra 19. Yüzyılda Londra ve 1920’lerde New York. Bugün hala büyük büyük ölçüde Newyork diyebiliriz. Tarihçiler bu İtalyan şehir devletlerinin zenginleşmesi ve arkasından Amerika’dan akan altın paranın Avrupa’ya beraberinde kan ve çılgınlık getirdi diyor.
Aydınlanma çağında kökleri daha öncelere dayanan Descartes’la beraber ana modern bilimin artık oturduğunu, 18. yüzyılda Newton’la olduğunu kabul ediyoruz. Tanrının yokluğuna inanan –o da bir inanç-tanrının varlığına inanan ama seyirci bir tanrı telakkisi. Bu muazzam makinayı yarattı, insana akıl verdi, o aklı kullanır ve sebep sonuç ilişkilerini doğru olarak belirlerseniz güçlü olursunuz ve ona hükmedersiniz diyen ve seyreden bir tanrı. Dolayısıyla peygambersiz ve ahiretsiz bir tanrı ianancı deizim(aydınlanma düşünürlerinin çoğunun inancı budur).
Sosyolojinin; Avrupa’daki bu bölünmeler, çatışmalar ve seküler düşünceler içerisinde 19. yüzyıl ikinci yarısında doğmaya başladığını söyleyebiliriz. Adını Auguste Comte koydu. Onun arkasında sosyalist düşünceler, ekonomik düşünceler var. Mesela Auguste Comte’un çağdaşı Karl Marx’tır. Karl Marx’ın düşüncelerini ne oluşturur diye soracak olursak şöyle diyebiliriz; Alman felsefesi, İngiliz ekonomipolitiği ve Fransız sosyalizminden üç kanaldan beslenen bir düşünür Karl Marx. Dolayısıyla dünyaya yönelen akım diyelim önce pür felsefeden sosyal felsefeyi sonra sosyal felsefeden sosyolojiyi ve diğer sosyalbilimleri böyle bir tomurcuklanma yoluyla doğurmaya başladı diyebiliriz. O halde sosyolojinin arkasında birkaç önemli unsur var. Bütün bu konuştuklarımızın sonucunda İngiltere’den yükselen duman, Fransa’dan yükselen fikir yani merkezi ağırlıklı olarak İngiltere olan sanayii devrimi ve fabrikalar, merkezi özellikle Fransa olan aydınlanma düşünürlerinin düşünceleri ve endüstri devriminin sınıflar arasındaki farklılıkları derinleştirdiği sınıflı toplum yapısı. Dolayısıyla bugün hala sosyolojide sosyal tabakalaşma, merkezi bir konu olmaktan çıkmıyorsa bunun sebebi tarihi arka plandır. Bu arada güçlenen Avrupa’nın dünyayı sömürgeleştirmeye başlaması ve tabiki komşu olduğu Osmanlı toprakları ve Osmanlı ile hesaplaşma süreçleri mevcut.
Ve yavaş yavaş kendi sorunlarına hep ortaçağdaki alışkanlıklarla kanun-ı kadime dönmek ve o dönemi ihya ederek sorunları çözebileceklerini düşünen Osmanlı münevverlerinin, ‘artık bu yolla olmayacak batıya yönelmeliyiz orda olanları almalıyız’ demeye başladıkları bir dönem. Işte bu alınan şeyler, 20.yüzyılın ilk çeyreğinden sonra artık bütüncül bir modernizm projesine dönüşecektir. Dolayısıyla batının nesi var nesi yoksa alacağız.
Peki, bu arada birkaç yüzyıllık Osmanlı Devleti’nin çöküş sürecinde ne kaçırıldı da Osmanlı bitti?
Bu sorunun cevabı daha yok. Fakat son yirmi yılda daha ciddi bir şekilde ele alınıyor. Çünkü bu soruya verilmiş cevapların basmakalıp cevaplar olduğu, bilimsel ciddiyetten uzak olduğu çok açık bir şekilde görülüyor. Kimileri dini, kimileri medreseyi suçladı. Kimileri medresedeki eğitimi suçladı. Kimileri Türklükten uzaklaşmayı yani kozmopolit bir saraylaşmayı suçladı, kimileri matbaanın getirilmemesini vs. Ama bunların hepsinin bir sebep olmadığı çok açık olarak görüldü. Dolayısıyla biz bugünkü sosyolojik tasavvurumuzda sosyal değişmeyi bir bütün olarak kabul ediyoruz. Yani gelişme kavramı, microda ve makroda hiç farketmiyor. Microda, mesela bir çocuk için biz yaşının gerektirdiği boy ve kiloda olduğu zaman gelişme kavramı kullanabilir miyiz? Hayır, büyüme kavramını kullanırız. Gelişme diyebilmemiz için fiziksel özelliklere ilaveten ruhsal durumun da yaşının gerektirdiği biçimde olması lazım. Gelişme bir bütünlük ifade eden bir kavramdır. Dolayısıyla büyüme daha tekil bir kavram ama gelişme daha çoğul bir kavram ve gelişme hiçbir zaman tek başına olmuyor.
Şimdi ana hatları ile modern zamanlara gelmemizin hikayesini de konuşalım.
Avrupa tarihinin bu günleri oluşturan makro dönüşümlerini belirttik. Bugün tarihimize baktığımızda yine böyle üç beş önemli nokta karşımıza çıkıyor. Aynı zamanda bugünkü sosyolojik problemlerimizin kökleri oralarda yatıyor.
Türk tarihinin birinci makro dönüşümü İslamlaşma, bu islamlaşmayı sakın okul kitaplarının bir zamanlar bize anlattığı gibi ya da milliyetçi yazarların bize anlattığı gibi kolay birşey olduğunu zannetmeyelim. Hiçbir kavim dinini kolay değiştirmez. Kur’an-ı Kerim’deki ayetlerden, kıssalardan, Kureyş toplumunun Peeygamber Efendimiz’e direnişinden özellikle en fazla direnenlerin de zenginler ve güçlüler olduğunu görürüz. Çünkü kurdukları, hakim oldukları bir toplumu allak bullak edecek bir düzenle karşı karşıya kalıyorlar. Alıştıkları hayattan kim vazgeçmek ister? Hiçbir kavim kolayca müslüman olmadı. Türklerin müslümanlaşması da yaklaşık 400 yıl sürdü. Satuk Buğra Han, bir gecede müslüman oldu ve ertesi gün kavmi müslüman oldu diye bir şey yok. Fütühat-ı Emevi orduları gelip savaşlarda Türkleri yendiler, oraları ele geçirdiler ve bu arada Çinlilerle savaşırken Türklerle birleşerek savaştılar, yakınlıklar doğmaya başladı.
İslamlaşma dönemi tabi ki kentlerde kırsal kesime göre yani yerleşik hayatla göçebelere göre çok daha hızlı bir biçimde oldu. Çok daha sahih bir İslam diyelim. Daha kitabi bir islam, medrese islamı diyelim. Bugün alevilik sunnilik biçiminde karşımıza çıkan problemlerin kökleri oraya dayanır.
Ikinci büyük değişme, tarihimiz açısından önemli olan devletleşme sürecidir. Bu devletleşme süreci, Fatih Sultan Mehmet ile başlamıştır.1298 yılında, 1302’de kuruldu tartışmaları bir tarafa o bir beylikti. Fatih’le başlayan bir süreç beylikten sultanlığa geçiş sürecidir. Beylerle sultanların farkı; bey, arkadaşları arasında onlardan birisinin birincisi, sultan, beyden farklı olarak onların üstünde birisi ve ikincisi olmayan birisiydi. Fatih büyüyen bir devletin değişen şartlara uyum sağlamasını sağlayacak bürokrasiyi, yapılanmayı kurma başarısını göstermiş dahî bir padişahtır. Aynı zamanda doğu ordularına karşı yenilmeyecekleri bir orduyu kurabildi. Aynı zamanda taa islamiyet öncesi inançlara dayanan, o yüzden çok kolay bir şekilde parçalanan bir devleti parçalanmaz bir devlete dönüştüren bir padişahtır. Fatih Sultan Mehmet ile birlikte artık halkın üzerinde bir yönetici sınıfın oluşmaya başlaması -ama bu yönetici sınıf halkın değerleri ile çatışan bir konumda değildi-. O yüzden devlet-halk ikilemi, sosyal adalet sistemi sayesinde ortak inançlar ve kültür sayesinde bir biçimde sorun olmadan 20.yüzyıla kadar geldi.
Halktan kopuk değildi bu insanlar dedik. Hani şimdi bizim aydın dedğimiz modern Türkiye’nin aydınları ile halkın ortak bir tek dili var. 1910’lu yıllarda başlayan milli edebiyat akımıyla sadeleşen bir Tükçe, zaten televizyon ve radyo çağındayız, kaçınılmaz birşeydi bu bütünleşme. Halkla sadece kelimelerle aynı dili konuşan ama selamlaşması, oturması kalkması, yemesi içmesi, kültürel zevkleri vs. bir biçimde halktan kopmuş bir aydındır Cumhuriyet aydını. Osmanlı aydını ise halkla halkın diliyle konuşabilen ama bu arada kendisi zengin bir Türkçe ile farsça ve Arapça ile zenginleşmiş bir dille edebi ürünler ortaya koyan ama bir camiye gittiği zaman da kıblesini bilen, sofraya oturduğu zaman halkla birlikte yemek yiyebilen bir insandı. Dolayısıyla Osmanlı ayndınını halktan ayıran şeyle modern aydını halktan ayıran şeylere kısyasla hiç mesabesindedir. Özellikle bu ne zaman problem oldu? Cumhuriyet Dönemi’nde problem oldu. Çünkü Osmanlı devleti Tanizmatla birlikte tabi ki modernleşme süreçlerine giriyor ama o zaman çok büyük bir devlet değildi. Mesela Türkiye Cumhuriyet’i Osmanlı’dan çok daha büyük bir devlettir şu anda. Ne demek istiyorum; bugünkü devletin sınırları itibariyla kırk katı büyüklüğünde bir devlet. Kanuni dönemindeki toplam nüfus 20 milyondur. Ayrıca bu devletin herkesi okutmak diye bir problemi yok. Her eve su, elektrik götürmek diye bir problemi yok. Hastaları tedavi etmek diye bir problem yok. Görevi belli; asayişi sağlamak adaleti sağlamak vs…
Üçüncü büyük süreç, modernleşme sürecidir. Modernleşme sürecinin üçüncü büyük evresi, devletin modernleşmesi evresidir. Tanzimatla başlayan bu süreç, Cumhuriyetle tek parti dönemine kadar devam etti. O dönemin imkanları içerisinde her ne kadar sekülerleşmiş aydınlar olsa da yönetici elitler ancak devleti sekülerleştirebildiler. Toplumun çoğunluğu itibariyle sekülerleştiremediler. Dolayısıyla Türkiye’nin moderleşme sürecini iki başlık altında konuşmak olabilir; devletin moderleşmesi, toplumun moderleşmesi. Devletin moderleşmesini yapan tek parti hükümetidir. Toplumun modernleşmesini yapanlar ise daha çok Demokrat Parti’den itibaren muhafazakar sağ hükümetlerdir. 1960’lı yıllarda İstanbul’da suyu elektiriği olmayan yüzden fazla köy vardı. 1960’lardan söz ediyoruz, dolayısıyla hep yukarıdan aşağıya olan modernleşme sürecinin yani siyasal dinamiklerle olan modernleşmemizin yani modernleşmemizin değil modernleştirilmemizin değişmeye başlaması siyasal dinamiklere toplumsal dinamiklerin eklenmesi sürecinin toplumun talepleri ile de şekillenmeye başlaması Özal Türkiyesi’nden itibaren başlamıştır dememiz de yanlış olmaz.
Aydınlar ne isterlerse istesinler, ama bir köylüyü düşünelim; kapalı bir köy, kendi yağıyla kavruluyor, tavukları ve üç-beş hayvanı var. Günde on tane yumurta alıyor, beşini yiyor, beşini komşusuna veriyor, misafirperverlik imece usulleri işliyor vesaire. Sonra bir tüccar gelecektir, köylüye diyecektir ki ne kadar yumurtan, sütün varsa ben her sabah gelip senden alacağım, yani köylü ihtiyaç için üretim yaparken pazar için üretim yapmaya başlayacak demektir. Pazar için üretim yapmaya başlaması için bu ürünleri talep edecek bir kitleye ihtiyaç vardır. Yani şehirlerin büyümesi lazımdır, yani şehirlerde geniş bir nüfusun birikmesi lazımdır. Şehirlerde bu nüfusun birikmesi için de şehirlerde fabrika bacalarının yükselmeye başlaması lazımdır. Türkiye’yi dönüştüren süreçler asıl olarak toplumdaki değişmedir. İnsanlar akılcıdır, hesabını kitabını bilir, çıkarlarına olan şeyi ister. Ama bizim isteyebilmemiz için bile isteyebilmemizi sağlayacak koşulların oluşması lazımdır. Dolayısıyla sanayiileşme ile birlikte göç, kentleşme, gecekondulaşma dolayısıyla İstanbul’da yüz binlerce meyve, sebze, et bekleyen insanlar oluşmuş. Anadolu’da ihtiyacı için üretim yapan köylü artık pazar için üretim yapmaya başlamıştır. Bu insanlar İstanbul’da tabii ki tutunabilmek için bir gecekonduya yerleşecek, ondan sonra belediye başkanı seçtirebilirse belki gecekondusuna tapu alacak, sisyaseti öğrenmeye başlayacak. Düşük bir ücretle çalışmaya razı olmaları, Türk sanayiisini dünya ile rakabet edebilir bir durumda tutmayı sağlıyacaktır vesaire. Bunlar eklenerek Modern Türkiye’yi kurmaya başlamıştır.
Türkiye şimdi inşaa sürecinden ihya sürecine doğru gidiyor. İnşaa süreci yıkılmış bir etki, yeni bir şey yapacağız modernizm projesi ile. Şimdi ise modern zamanlara uyum sağlamak için gerekli vitaminlerini yeterince almış, kendine güvenmeye başlayan ve yavaş yavaş yaralarını sarıp adeta kapanda ininden çıkan bir arslanın bölgesinde turlamaya başlaması gibi. Türkiye’nin böyle bir manzarası var. Bu süreçte yavaş yavaş geçmişle ilgili her şeyimiz yeniden yazılacak, nitekim yazılmaya başlandı. Son yirmi yılda adım adım ilerliyor. O yüzden ben Türkiye’nin sosyolojik manzarasını çok derli toplu söylemem gerekirse “yüz yıllık bir tünelden çıkmaya çalışan bir ülke” olarak resmediyorum. Tünelin başında karanlıklara doğru gidiyorduk ama yaralı arslanın korunmak için mağarasının derinliklerine saklanması gibi düşünelim bunu. Tünelin sonunda aydınlığa doğru gidiyoruz. Artık yavaş yavaş bölgesel güç olmaya başlayan, arkasından küresel bir güç olmaya başlayacak olan bir Türkiye. Devleti, toplumu, sivil toplum kuruluşları, politikası, Diyanet İşleri Başkanlığı vesaire, Dış İşleri Bakanının çizdiği strateji ile kendine her geçen gün daha çok güvenen bir Türkiye. Eğer Türkiye’nin sosyolojik problemleri var ise tabi ki bu arada bu tünelin içinde yaraların sarılması sürecinde yapılmış olan en olumsuz şeylere bile çok iyimser bir yaklaşımla, bir bünyeyi ayağa kaldırmak için bir çocuğa zorla aşı yapılması gibi düşünelim. Çocuk ağlıyor ama anne ve öğretmen istiyor aşının yapılmasını, ağlaya ağlaya cocuğa aşıyı yapıyorlar. Bu aşı, çocuğun hastalıklardan korunmasını sağlıyacak, yani daha uzun süreyle yaşamasını sağlayacak, yaşadığı zamanlara bir biçimde vücut direncinin yüksek olmasını sağlayacak. Ama çocuk hasta ise hastalığını artıracak çünkü hastaya aşı yapılmaz. Dolayısıyla modernizm projesinin aşısı, batı ile ilişkilerdeki ezilmişlikten dolayı hastalanmış olan bünyeleri daha da hasta kıldı. Ama o aşağılık kopleksini; doğrudan şehirlerde olmadıkları için, sınır boylarında olmadıkları için, Avrupa’ya gidip gelmedikleri için vs o şoktan korunabilen halkımızın bir biçimde sanayiileşme süreçleri başladıktan sonra yavaş yavaş kendi kültürü ile daha problemsiz bir biçimde modern zamanların getirdiği vitaminlerle beslenme ve kendi modernitesini üretme süreci içine girdi Türkiye.
Türkiye’deki bugünkü mücadeleyi tek bir cümleye indirgememiz gerekirse; “ karanlığa alışanlar ile işiğa koşanların mücadelesi” olarak tanımlıyorum. Dolayısıyla sosyal bilimcilerin görevinin de bu kendine güvenen dünya sahnesinde artık çekingenliği kalmayan, Türkiye’nin genç insanlarına ve karanlığa alışanlara şok vermek, ışığa koşanlara şok vermek biçiminde bir misyonunun olması gerektiğini düşünüyorum. {jcomments on}
Hazırlayanlar: Hatice Polat-Ersel Karataş