Prof. Dr. Ali Murat DARYAL
“Yeni doğan bir çocuk nasıl anne ve babasının varlığı ile izah buluyorsa medeniyetlerin varlığı da ancak kendinden önceki medeniyetlerle izah bulur. Kendinden öncekilerin mirasını devralırken yeni bir şeyler vaad ederler. Eğer yeni vaadleri yoksa daha kurulmadan yok olurlar. O halde medeniyetler vaad ettikleri ve ortaya koydukları şeylerle farklılıklar gösterirler.
Biz burada vaadlerinin sınırlarını temel alarak medeniyetleri ikiye ayırabiliriz. Böyle olunca bencil ve diğergam olmak üzere iki tür medeniyet karşımıza çıkmaktadır.
Bencil medeniyetlerin en önemli ayırt edici özelliği herkesin ve her şeyin kendileri için var olduğu kanaatidir. Böyle bir medeniyetin mensupları, birbirlerini kendi menfaatleri için kullanacakve sömüreceklerdir. Bu tavır ve bakış medeniyetlerin sonunu hazırlar. Çünkü insanların kendi menfaatlerini kollamaları demek böylelerinin bir araya gelmeleri ve güç oluşturmaları demektir. Bu ise cemiyette sınıfların oluşmasına yani kuvvetlilerin olduğu üst sınıf ve zayıfların olduğu alt sınıf ayrımına yol açar. Üst sınıfı oluşturan kesim kuvvet buldukça zayıfları koruyacağına daha da sömürecek veya en azından onları koruma kollama konusunda ihmalde bulunacaktır. İşte bu tutum böyle bir medeniyetin sonunu hazırlayan en önemli etken olacaktır.
Diğergam medeniyetler ise tam tersine herkese vaadde bulunan medeniyetler oldukları için hem kendi insanlarını hem de diğer insanları eşit tutarlar. Bu eşit yaklaşım sebebiyle belli grupların desteğini alamayacaklar hatta engellenme ile karşılaşacaklardır. Fakat onları, insani değerler taşıyan ülküleri, heyecanları, geçmişleri ve gelecekleri karşılaştıkları zor durumlardan kurtarmaya yetecektir. Bu demek değildir ki hiçbir zaman yıkılmayacaklar, son bulmayacaklardır. Bu tür medeniyetler uzun asırlar sonra taşıdıkları sorumluluklar sebebiyle yorulacaklardır. Bu durum ise onların yorgun, güçsüz ve halsizliklerini fırsat bilip bazı hastalıkların gelip sosyal bünyelerine yerleşmelerine fırsat verecektir. Kurtulmaları ise yine kendi taşıdıkları değerleri kullanmalarıyla mümkün olacaktır.
Medeniyetler vaadlerini ortaya koyarken zaman-mekan tercihleriyle de ikiye ayrılırlar. Mekan medeniyetleri; düşünce, tavır ve yönelişleriyle adeta tercihleri olan mekana sıkışıp kalmışlardır. Bu medeniyetler ancak mekanda varlıklarını sürdürebilirler. Bu durum onların maddeci olmalarından da kaynaklanmaktadır. Sadece mekana yoğunlaştıkları için mekanın boyutlarını hep zorlamışlardır. Dünyanın yedi harikasından olan ve daha önceki mekan medeniyetlerinin ürünü olan İskenderiye Feneri ve Ehramlar bunu en güzel biçimde vurgular. Sonrakiler de kendi imkan ve fırsatlarıyla o değerleri daha ileri götürmüşler ve kendilerini böyle ortaya koymuşlardır. İskenderiye Fenerinin ışıkları ve Hıristiyanlardaki kilise çanı aynı zihniyetin ifadesidir. Çünkü her ikisi de mekanın derinliklerinde yol alma düşüncesiyle üretilmiş şeylerdir. Dünyanın yedi harikasından biri olan Ehramlar’ın yükseklik özelliğini ABD’nin “gökdelen” merakıyla özdeşleştirmek mümkündür. ABD’nin on milyon kilometre karelik devasa toprağa sahip olmasına rağmen yüksek binalar yapması, kendi büyüklüğünü ve gücünü gösterebilmesi için seçtiği bir yoldur. ABD’nin gökdelenler yapması aynı zamanda görenleri psikolojik olarak etkilemek, muhataplarını çaresizliğe itmek içindir.
Halbuki zaman medeniyetleri zamana daha çok değer vererek mekanın boyutlarını aşma yeteneği göstermişler ve böylece muhtemel olan zararlarından da kendilerini sakınabilmişlerdir. Mekana karşı hiç tereddüt etmeden en büyük değeri ve ilk sırayı zamana veren tek medeniyet “İslam Medeniyeti” dir. İslam Medeniyeti, kurulduğu andan itibaren Müslümanların kabiliyetlerini değerlendirerek ön plana koyduğu, zaman faktörüne yoğunlaşmıştır. Bunun içindir ki Batılılar kum saatiyle uğraşırlarken, Müslümanlar zamanı en küçük birimlerine bölebilen saat yapmışlardır. Çalar saati, her istenildiğinde vakti hatırlatması için ilk defa icad edenler de Müslümanlardır. Böylelikle zaman ve insan arasındaki bağ daha da kuvvetlenmiş olacaktır. Zamanı ölçen bir medeniyet her şeyi mükemmel yapar. Öte yandan İslam Medeniyeti neredeyse bütün ibadetlerinde ve ilkelerinde zamanı mekana tercih etmiş ve öncelemiştir. Zaman medeniyeti olmanın bir avantajı da yaşamak için mekanı baz almadıklarından şartlar elverdiğinde başka bir zamanda ve başka bir mekanda varlıklarını sürdürebilmesidir. Zaten zaman boyutunda yaşayan bu medeniyetler tekrar mekana intikal ederek tarih safhasına çıkıp yükselebilirler.
Medeniyetler vaadlerini temellendirirken farklı yollar takip ederler. Kimi medeniyetler vaadlerini akıl ve mantık üzerine kurup temellendirirken kimi medeniyetler de iman üzerine kurar ve onunla temellendirirler. Bu bağlamda İslam medeniyeti zaman medeniyeti olduğu kadar iman medeniyetidir de. Aklı inkar etmez ama duygular öndedir, heyecana önem verir. Zaten sadece akılla da medeniyet kurulmaz. Fakat burada dikkat edilmesi gereken nokta duygulara ait olanın sınırlarını iyi belirlemek ve korumaktır. İman medeniyetleri, aklı da kendi alanlarına ait kıldıkları için güçlü olacaklardır.
Anlaşılan odur ki tek yönlü olmak, ağırlığı tek tarafa verip diğer noktaları ihmal etmek sizi bir yere kadar götürür. İnsan fıtratında mevcut olan tüm değerleri dikkate alarak denge üzere olmak ve bir medeniyeti oluşturacak zemini öylece seçmek daha isabetli olacaktır.
“Üstün insan nazariyesi”
Allah, namaz ve oruca kaza müessesesi kurmuştur fakat haccın kazası yoktur. Hac yolunda güçlüklerle karşılaşabilirsiniz, hastalanabilirsiniz bütün bunlara rağmen arefe günü Arafat dağında bulunamıyorsanız hac ibadetini kabul etmiyor. Çünkü hiçbir engel karşısında pes etmeyen insan istiyor. Allah bunu istemekle kalmıyor Müslüman’ı bu noktaya getirebilmek için gerekli eğitimi de veriyor.
Bir takım düşünürlere göre İslam medeniyeti köşeye sıkışmış son mücadelesini vermektedir. Bir medeniyetin gücü o medeniyeti oluşturmaya aday fertlerin ruh yapılarında ve davranışlarında ortaya çıkar. 1931-32 yıllarında Amerika’da içki yasağı konuldu, üreten de satan da öldürüldü ama yasağı sürdüremediler. İslam’a gönül veren gençler ise içki içmiyor, eroin kullanmıyor. Şayet bu gençler İslam dairesinin içinde kalarak mutluluğu bulmasa içkinin haramlığı emri onun önünü kesemez. Bu durum İslam medeniyetinin hala son sözünü söylemediğine işarettir.
“Mükemmel bir Allah’a inanmayan kimse mükemmel olamaz.”
. Yahudi’nin inandığı Allah Tevrat’ta; “leş yemeyeceksin ama senden olmayanlara para ile satabilirsin” diyor. Böyle bir Allah’a inanan Yahudi nasıl mükemmel olsun. Hıristiyan’ın Allah’ı ise dünyayı yaratmış ve Pazar günü ; “yoruldum, çalışmayacağım” demiş. İnandığı Allah yorulmuş ise bir Hıristiyan çıkıp da yorulmadım diyemez. İşte böyle bir Allah’a inanan kimse ne kadar güçlü olabilir.
“İslam Tarihine farklı bir bakış”
Müslümanlar neden Bedir’de galip geldiler de Uhud’da mağlup oldular, onları bu neticelere götüren şeyler nelerdi? Tarih şimdiye kadar söylenenlerin ötesinde başka şeyler de anlatıyor olmalıydı.
Hz. Peygamber insan psikolojisini önemsemiş ve evvela şuur altını kullanmıştır. Müslümanların maruz kaldıkları bütün zorluklara rağmen Hz. Peygamberin Kabe’de vahyi ısrarla okutmak istemesi müşriklerin şuur altını vahye programlamak istemesindendir. Kulaktan bir şey girerse o beyinde kalır. Müşrikler, gelen vahyi on üç sene böyle bir metodla dinlediler. Hicretten sonra vahyi duymayacak olan müşrikler, zamanı geldiğinde İslam’ı nasıl kabul edeceklerdi? Bunlar İslam tarihinde çözülmemiş noktalardır.
Müşriklerin zihnindeki putperest değerler, şuur altına girmiş olan vahyi baskı altında tutuyordu. Mekke döneminde müşriklerin zihinlerinde biriken vahyi, şuur seviyesine getirebilmek gerekiyordu. -büyük şokların, darbelerin ve felaketlerin, zihinlerdeki şartlanmaları çözdüğü tespit edilmiştir- İslam müşriklere bu şoku Bedir harbiyle yaşattı.. Öyle bir mağlup oldular ki şuur altındaki değerleri parçalandı.
Müşrikler Bedir harbine gelirken en büyük putları Hubel’i yanlarında getirmişler ve öyle mağlup olmuşlardı. Uhud harbine gelirken ise Hubel’i getirmediler ama galip geldiler. Böylece putlarına olan güvenlerini kaybettiler. Kur’an-ı Kerim; “taptığınız putların size ne faydası var ne de zararı” der. Eğer İslam orduları Müşrikleri Uhud’da mağlup etmiş olsalardı, putlarımızı getirmediğimiz için böyle oldu diyerek putlarına geri döneceklerdi. Bu ihtişam insanın tüylerini ürpertiyor. Hiçbir fani, ilerideki muvaffakiyeti için hali hazırda korkunç bir mağlubiyeti göze alamaz. İşte Uhud savaşının barındırdığı mucize budur ve Bedir’dekinden daha büyüktür.
Hendek savaşına gelince; Müslümanların, hendeği müşriklerden korunmak için kazdıkları gibi izahlar son derece satıhta kalır. Maksatları müşriklerin ulaşmalarını önlemek olsaydı Medine’nin çok sert olan volkanik topraklarını kazmak yerine herkes kerpiç döker ve duvar örerdi. Hz. Peygamber böyle yapmadı çünkü İslam, bir medeniyet kurmuştu ve bu vesileyle onu müşriklere göstermeliydi. İki insanı barıştıracağınız zaman evvela bir odaya alırsınız, ayrı otururlar ama göz aşinalığıyla birbirlerine ısınmaya çalışırlar. Hendek kazılırken onlar birbirlerinin yüzünü gördüler, eski dostluklar, mazi yavaş yavaş canlandı ve Müslümanların onların aleyhinde olmadıklarını gördüler. Mekkeliler, hendeği geçmenin bir yolunu bulabilirlerdi ama geçmediler artık birbirlerine karşı olan gerilimleri azalmıştı. Geldiler, gördüler ve gittiler. Mesele böylece kan davası olmaktan çıkmıştı.
Elbette tarihi iyi bilmeli ve dersler çıkarmalıyız. Fakat bilmemiz gereken bir diğer nokta da tarihin bize tek bir mesaj vermediğidir. Bildiğimizin ötesinde başka şeyleri de anlattığını göz ardı etmemeliyiz.”
Not: Programın özeti, deşifre üzerinden hazırlanmıştır.
Hazırlayan: Şafak Sarı