Aile Sistemleri

Hazırlayan: Yorum yapılmamış Paylaş:

14 Aralık 2019

Psk. Melike İlerisoy

Bireyle çalışmaya başladığımızda çalışmamızın ucu mutlaka aileye dayanır. Bu sebeple aile yapısını tanımak, nasıl ortamda ve kimlerle etkileşim halinde olduğumuzu bilmek kendimizi tanımanın en önemli koşullarındandır.

Ailelerin normal gelişim evreleri vardır. Kadın ve erkek evlenir, aile kurar, istisnalar olmakla birlikte çocukla yola devam edilir. Ailenin işleyişini bu büyük ölçüde değiştirir. Yeni evlenmiş aile, küçük çocuklu aile, erken çocukluk dönemi yaşayan aile, okul çocuğu ailesi, ergenlik dönemi ailesi gibi aile gelişim safhaları vardır. Anne babayı aynı konu üzerinde birleştiren genelde her ailede çocuklardır. İlişkiler buna göre şekillenir. Çocuksuz ailelerde bu safhalar nasıl geçirilir diye baktığımızda, hemen hemen tüm ailelerin çocuksuzluk deneyimini depresif bir şekilde yaşadığını görürüz. Bir kayıp, yokluk, boşluk hissi hakim olur. Kendi kendini geleceğe projekte edememe durumu olabilir, bu da ölüm ve yok olma kaygılarını arttırabilir. Çünkü çocuklar ailenin, anne ve babanın kendini geleceğe yansıttıkları, ölüm kaygısıyla baş ettikleri en önemli faktörlerdendir. İşlevsel olan aileler, yani çocuk sahibi olmama durumunu kabullenip, hayatına farklı şekillerde anlam katanlar, eşleriyle duygusal yakınlığı ve bağlanması güçlü olan bireyler bu durumu daha rahat atlatabilirler.

Başlarken aile ile ilgili Cemal Süreya’nın çok sevdiğim “Fotoğraf” şiirini sizlerle paylaşmak isterim.

“Durakta üç kişi

Adam kadın ve çocuk

 

Adamın elleri ceplerinde

Kadın çocuğun elini tutmuş

 

Adam hüzünlü

Hüzünlü şarkılar gibi hüzünlü

 

Kadın güzel

Güzel anılar gibi güzel

 

Çocuk

Güzel anılar gibi hüzünlü

Hüzünlü şarkılar gibi güzel”

 

“Adamın elleri cebinde” kısmı dikkatimizi çeken bir kısım. Babalar kendi evlatlarını yetiştirirken ataerkil toplumsal cinsiyet üzerinden gitmemeliler. Bir erkek yeri geldiğinde yemek yapmayı, gece biberonla çocuğa süt vermeyi bilmeli. Böyle olan ailelerin rahat olduğunu, sağlıklı bir ilişki içerisinde ilerlediğini görebiliriz. Biraz ellerini cepten çıkarıp eşinin elini tutsa o da olur.

“Nasıl birisiniz?” sorusu insanın belki cevaplamakta en çok zorlandığı sorulardan biridir. Kendimizi mesleki rollerimizle, anneliğimizle vs. tanıtırız fakat bu yeterli değildir. Beni ne mutlu eder, yalnızlığımda ne yaparım, nerelere gitmek hoşuma gider, boş vakitlerimi nasıl geçiririm gibi soruların cevapları kişiliğimi şekillendiren faktörlerdendir. Bunlardan biri de ailedir ve biz bu etkenin üzerinde duruyoruz. Ailemiz bugünümüzü inşa etti ve yetişkin olduk.

Yetişkin olduktan sonra kendi eylemlerimizin sorumluluğunu almamız gerekir. Çocukluk dönemi yaşantılarının bugüne nasıl yansıdığını görüp farkındalık sağlamak terapilerdeki ilk ve temel aşamadır. İnsanların çoğu zaten oraya gelince bırakır terapiyi. Sonrasında risk alabilmek, sınır koyabilmek, hayır diyebilmek, kendi kendine var olabilmek pek çoğu için uzun bir yolculuktur. Farkındalık önemlidir ama tek başına yeterli değildir. Aynı zamanda eylemlerimizle ilgili sorumluluk alarak onları değiştirme motivasyonuna sahip olmamız gerekir. Yüzleşmek çok zor bir aşamadır. Bu aşamada devam etme cesaretini göstermek gerekir.

Alice Miller’a göre yetişkin yaşamında karşılaştığımız zorlukları, güçlükleri değiştirmek istiyorsak içimizdeki çocuk metaforuna yönelmeliyiz.  İçimizdeki çocuğun kırılmış, yok sayılmış, yaralanmış taraflarını görüp, kabul edip, ona sarılmamız gerekir. Tabi ki bunu popüler ve içi boşaltılmış bir şekilde “içindeki çocuğa sarıl” tarzında söylemiyorum. Seanslar boyunca dikkatle ve danışanın kırılganlıkları göz önüne alınarak yapılacak bir profesyonel yardım sürecinden söz ediyorum. Alice Miller terapilerde işimize yarayan en önemli aracın bu olduğunu söyler. Terapilerde bugünümüzü bilerek, geçmişimize dönerek aldığımız verilerle geleceğimizi inşa etmeye çabalarız. Kaderin bir kısmına müdahale edemeyiz fakat bir kısmı da bizim elimizdedir. Tepkilerimizin altındaki temel ihtiyacı görürsek bu bize çok önemli kapılar açabilir. Geçmişimizi bilip, onu bugüne yansıtıp birtakım değişiklikler yaparsak geleceğimizi de etkileyebiliriz. 7 yaşında, okuma-yazma döneminde fazlasıyla bunalttığımız çocukla ilişkimizi ergenlik döneminde yeniden onarabiliriz eğer farkındalık sağlarsak. Her zaman için umut vardır. 0-6 yaş döneminde zaten umut çoktur. Anne travmalar, depresyonlar yaşasa da 6 yaşa kadar bunların onarımı mümkündür. 6-10 arası yine birtakım şeyler onarılabilir ama ergenlikte ve sonrasında bu onarılma oranı gitgide azalır çünkü karakter iyice şekillenir.

Kimin kucağına dünyaya geldiğimiz, bize bakan kişinin nasıl biri olduğu, beklenen bir bebek olup olmadığımız, doğduğumuz yerin fiziki şartları, annemizin ruh sağlığı hayat serüvenimizi etkileyen önemli faktörlerdir. Annemiz kalabalık bir ailede sürekli sorunlarla mücadele eden bir gelin miydi? Ağlayışlarına vakit ayıramadı ve kendini onaramadı mı? Kapasitesi, koruyup kollaması, zekası, kabiliyeti ne kadardı? Bunlar hep önemli noktalardır. Örneğin 0-6 ayda çocuk her ağladığında emzirilmeli, 6 ayla birlikte oğlum birazdan geleceğim dediğinizde bunu anlayıp bekleyebilmelidir. Meme ve anne kucağı her şeyden önce bir ruhsal doyum aracıdır. 1900lü yılların başında bir bakımevinde bir araştırma yapılmıştır. Çok güzel şartlarda, tertemiz çiçek gibi bezlerle, güzel mamalarla büyütülen fakat asla hemşirelerin hiçbir iletişime geçmediği, bebeklerin sadece fiziksel ihtiyaçlarının giderildiği bir ortamda bebeklerin yarısından fazlasının öldüğü gözlemlenmiştir. Bebeklerin sağlıklı gelişimi için onların sürekli bir etkileşim ortamı içinde bulunulmaları gerekiyor. Günlük dille söylerse bebeğe konuşulması, dokunulması, kucaklanması, onların sağlıklı gelişimi için elzemdir. Fiziksel ihtiyaçların karşılanması yeterli değildir. Dokunmak, kucaklamak, sarıp sarmalamak ve onlarla konuşmak gerekir. Sanki çocuk, ben isteniyor muyum, sorusuna cevap aldıktan sonra yaşamaya karar veriyor dersek abartmış olmayız.

İnsanoğlunun temel ihtiyaçları vardır. Eski dönemde bu ihtiyaçlar sığınmak, yemek yemek, güven içerisinde bir arada olmak iken modern çağda mutlu olmak için çok daha fazla şeye ihtiyacımız olmaktadır. Birtakım hayallerle, isteklerle ağır aksak ilerlerken birden aslanın tuzağa yakalanması gibi bir şey olur ve yaşamayı arzu ettiğimiz hayatın bu olmadığını fark eder, bir aydınlanma yaşarız. O zaman ya kendimizin peşine düşeriz ya da başkasını veya kendimizi suçlayarak işe yaramayan yöntemleri sürekli tekrar etmeye devam ederiz. Örneğin birbirine karşı sürekli suçlayıcı olan eşlerin ilişkileri oldukça sıkıntılıdır. Her iki taraf da aşırı tepkisel bir halde duygusal ihtiyaçlarını birbirlerinden gideremezler, neden böyle olduğunu eşlerin bireysel hikayelerinden çıkarıp  bulmadıkça da aynı yöntemlerle, eleştirel, suçlayıcı, yargılayıcı davranmaya devam edilir.

İnsan ruh sağlığı söz konusu olunca bu doğru şu yanlış diye kurallar olmayabilir. İnsan olmak hep bir eksiklik duygusuyla gider. Acı hayatımızın çok içinde olan bir şeydir. Mutluluğun peşine çok fazla düşüldüğünde de ironik bir şekilde kendini geri çeker. Mutlu olmak, hayat yolunda olmak, insan olarak doğmak bir şans ama eşrefi mahlukat olmanın içerisinde acı da var keyif de var.

1900’lü yılların başında insan ruh sağlığıyla ilgili çalışmalar yapıldığında ruhsal problemlerin en büyük nedeninin bastırılmış dürtü ve ihtiyaçlar olduğu ileri sürülmüştür. Toplumsal yasaklar, ailesel baskılar, cinsel ve agresif arzular bilinç dışında biriktikçe patlak verir. Bu durumu yaşayan insanlarla oturup duyguların rahatça dile getirilmesi yoluyla semptomların ortadan kaldırabileceği düşünülür. Fakat süreç içinde ruhsal sorunların tek başına bireyle yürütülecek bir sağaltım çabasıyla çözülemediği vakalar gözlenmiştir. Sistemler yaklaşımı ile şizofrenik çocuklarda da bazı çalışmalar yapılmıştır. Çocuklar tedavi edilir, semptomlar ortadan kalkar ve ailelerinin yanlarına gönderilirler. Fakat bir süre sonra semptomları daha da artmış şekilde geri gelirler. Şizofrenisi büyük ölçüde kontrol altına alınmış bir çocuk, annesinin yaklaşımıyla, aile içerisinde verilen çelişkili mesajlarla, çocuğun kendi var oluş kaygılarıyla tekrar eski haline döner. Çocuğa sadece çelişkili mesajlar vermek bile şizofreniye yol açabilir. İşlevsel ve daha az sorun yaşayan ailelerle çalışırken de benzer örüntüler görülebilir fakat böyle aileler bu sıkıntıları tölere edebilirler. Bir ailede eğer bir işlev bozukluğu varsa, bu ailedeki bütün bireyleri etkiler.

Tabiattaki ya da mekanik sistem formlarının verdiği ilhamla aile sistemleri ortaya çıkar. Hayatın düzenini düşündüğünüzde besin zincirinde bir eksiklik olunca denge bozulur ve tabiat tekrar kendi dengesini bulmaya çalışır. Ailede de bir işlev bozukluğu olduğunda bu bütün üyelere sıçrar şekilde etki gösterir. Dolayısıyla sistemler yaklaşımı birey odaklıdan aile odaklıya geçiş sağlar. Soruların cevabını geniş aile ilişkilerinde aramak gerekir. Ne oluyor da bu adam eve gelmiyor? Kadın ve çocuğu arasında olması gerekenden daha fazla bir yakınlaşma mı söz konusu? Adam bu çemberin dışında kalıyor ve duygusal ihtiyaçlarını mı gideremiyor? gibi sorular sorulabilir. Aile kendine ait özellikleri olan bir sistemdir, bir duygusal birimdir. Bütün aile üyeleri arasında sıkı bir bağ olduğundan birinde olacak bir işlev bozukluğu hepsini etkiler.  Yoğun çalışan babanın sıkıntılı bir şekilde eve gelmesi ve 3-4 yaşlarında çocukların bulunduğu evin her yerinin dağınık olması, yemeğin hazır olmaması gibi faktörler sonucunda adamın öfkelenmesi, bıktım sizden diye bağırıp patlaması neredeyse her ailede olan şeylerdir. Burada babanın kendi duygu ve düşüncelerini ayırt edememesi söz konusudur. Zihnindeki sorun farklıdır aslında. Bu sorunları tölere edebilecek bir kapasite olmadığından eski çocukluk dönemi çözümleri başlar ve baba bunları etrafına yansıtıp kabuğuna çekilir. Anne-çocuk alt sisteminin bu durumda nasıl işlev göreceğini düşündüğümüzde, baba tepkisel davranıp kendi kabuğuna çekildiğinde anne eleştirilmiş, yaralanmış hissedip çocuğuna yapışır. Tüm aileler bu döngüler arasında gidip gelirler. Sağlıksız üçgenler oluşabilir. Hayatın zorlukları hep vardır fakat bu örnekteki baba daha işlevsel, gerçek nedeni ayrıştırabilen, sınırlarını koruyabilen ve karşısındakine bunu aktarabilen biri olsa, eve geldiğinde ben bugün çok yorgunum, o kadar kötüyüm ki bana dokunmazsanız, biraz izin verirseniz kendimi daha iyi hissederim diyebilir. İletişim kendi sınırlarını koruyarak, karşımızdakini de düşünerek gerçekleşmelidir.

Günümüzde ihmal eden ebeveynlerin yanında bir de aşırı işgal eden ebeveynler vardır ki biz bunu özellikle annelerde görürüz. Ergenlik çağında veya ilkokula giden bir çocuğa çok fazla karışan, müdahaleci bir anne o çocuğun benliğini içine almış olur. Haliyle o çocuk da bunu reddeder. Düşmanca ve umursamaz bir tutum geliştirerek ortamı gerer, kendini korumaya çalışır. Bazı aileler böyle bir döngünün bir tarafında sıkışıp kalırlar. Ergen aileler, çocuğu birinci sınıfa başlayan, çocuğu anasınıfına başlayan ailelerde bu durumları daha sık görürüz. Esnek aileler bu durumdan daha kolay çıkabilirler.

Hepimizde, yani insan psişesinde, hem bireysellik hem birliktelik birlikte gider. İki karşıt uç arasında hayatımız gider gelir. Bir taraftan kendimize has özelliklerimizle ilkelerimizle ayrı bir birey olup farklı olma ihtiyacındayızdır ama bir taraftan da sevdiklerimizde onay, kabul ihtiyacı duyarız. Tabi bunun dozu da önemlidir. Kişinin her yaptığında bir onaylanma, kabul arzusu var ise bir sıkıntı var demektir. Her sağlıklı insan annesinin gözünde onay görmek ister fakat bu dozunda olmalıdır. Bizim toplumumuzun biraz fazla koruyucu ve kapsayıcı olduğu malumdur. Dikkat sorunu yaşayan çocukların hemen hepsi çok erken dönemde aşırı nüfuz edici, kendi duygularını tanıması ve kabul etmesi için desteklemeyen annelere sahip çocuklardır ne yazık ki. Annelerin dozu iyi ayarlaması gerekir. Anne  örneğin önce pet şişeyi açar, 6 aylık çocuğunun ağzına suyu kendisi götürür ve içirir. Çocuk 1 yaşına gelince sadece kapağını açar ve şişeyi çocuğa verir, çocuk suyu kendisi içer. 2 yaşındaki bir çocuğa ise susadığında sadece şişeyi uzatır, çocuk her aşamayı kendisi halledebilir.

Bireysellik ve birlikteliğin aynı anda yürümesi çok önemlidir. Bulunduğumuz sosyal ortamın beklentileri vardır. Zihnimizde her yaptığımız eylemde, anne babanın onayı, kabulü, reddi, aşırı alkışı varsa burada sahte benlik geliştirme riski söz konusu olabilir. Bu çocuğun kendi içinden gelen duygulara göre değil de ona empoze edilen duygulara göre şekillenmesidir. “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür, ve bir orman gibi kardeşçesine”  dizesi bu konu için çok önemli bir metafordur. Çok şiddetli rüzgar estiğinde ağaçlar çok sarsılır fakat buna rağmen hiç birinin dalları birbirine dolaşmaz ve hiçbiri yıkılmaz. Aile de aslında bu bireysellik ve birliktelik ihtiyacının bir arada götürüldüğü bir alandır.

Aile sistemleri, işlevsel ailelerle işlevselliğini yitirmiş aileleri ayırt eder. Bu alanda da ilk kriter bireysellik ve birlikteliktir. Aile birbirine ne kadar nüfuz ediyor, alt sistemler ne kadar örgütlenmiş, karı-koca sistemi, kardeşler alt sistemi, küçük çocuk alt sistemi, ergen alt sistemi nasıl örgütlenmiş sistemler nasıl örgütlenmiş bunlara bakılır. Bir arada olabilme konusunda aileye yeni davranış örüntüleri kazandırmaya çalışılır.

Ailede farkındalık, karşındakini anlamak ve eşlerin birbirine iyi gelmesi çok önemlidir. Bu sebeple nişanlanmadan mutlaka eşlerin kendi kişilik yapılarını, hayattan neler beklediklerini, ev içi görev dağılımı anlayışlarını konuşmaları gerekir. Kişinin bu konularda kendi arazlarını da görmesi çok önemlidir dolayısıyla kişinin en önce kendini tanıması gerekir.

İşlevsel aile, duyguların kabul edildiği, duyguların özgürce kapatmaya, saklanmaya, eleştirilmeye mahal vermeyecek şekilde paylaşılabildiği bir ortam sunar. Bunun nasıl olduğu da her döneme göre değişir. Çocuğun 0-2 yaş arasında en temel duygusu ayrılma anksiyetesidir. 3-5 yaş arası tuvalet eğitimi ve cinsel kimliğin oluştuğu dönemdir. 12 yaşla birlikte ergenlik döneminin kimlik arayışı ve özerklik çabaları gündeme gelir. Yine ergenlikte cinsel uyanışlar son derece doğaldır.  Anne babalık yeni uyanan duygular karşısında çocuğa güvenli bir liman olabilmekten geçer. Örneğin cinsellik söz konusu olduğunda bu duyguların normal gelişimin bir parçası olduğunu, merak ettiği her konuyu gelip danışabileceğinin söylenmesi iyi bir yol olabilir. Çünkü özellikle muhafazakar camiada bu konu hep bastırılır ve yetişkinlikte cinsel işlev bozukluklarına yol açabilir. Çocuğun kendi cinselliğiyle barışık olmasını sağlamak da anne babanın görevidir.

Çocuklarla ilgili yapılması gereken en önemli şey, korku, kaygı, utanç, reddedilme, heyecan gibi duygularını nasıl yönetebileceklerini, onlara öncelikle iyi birer model olarak öğretmektir. Bunun yolu da duyguları anlamaktan, reddetmeyip kabul etmekten geçer. Yetişkinler nasıl ki konuşunca, duygularını anlatınca rahatlıyorsa çocuklar da böyledir. Korkular, kardeş kıskançlıkları, arkadaşa vurmalar hep oturulup konuşulmalıdır. Yasaklamak, cezalandırmak işe yaramaz. Kişilik yerine davranışı tanımlayarak iletişim kurulmalıdır. Ebeveynlikte en önemli nokta, anne-babanın çocuklarının duygularını tanımalarını sağlaması ve bunları yönetme becerisi geliştirmelerine yardımcı olmalarıdır.

Hazırlayan: Zeynep Sena

Önceki Yazı

Sanat Terapisi ve Yaratıcılık Grup Çalışması “Hayat Ağacı”

Sonraki Yazı

Kadınlığın Keşfi Semineri

Bunlar da ilginizi çekebilir

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir