Şehmuz OKUR
“Yıllanmış bir mazinin, akıp gelen bir kültürün hem taşıyıcısı hem de ürünü olan dil; geçmişin görgüsünü, bilgisini, hayalini ve tecrübelerini bize getirmelidir. Dil bunları gerçekleştirebiliyorsa “dil” ve böyle bir dilin bir araya getirdiği insanlar da “millet” tir. Dil eğer bu fonksiyonunu icra edemiyorsa dil olmaktan çıkar ve dilin sahibi olan millet de yavaş yavaş tarih sahnesinden silinir.
Türk milletinin tarih sahnesine çıktığı günden bu güne kadar ortaya koyduğu bütün değerler sistemi kültürünü oluşturur. Türk dili geçmişte yaşanmış hadiseleri ve kültürümüzü bize taşır. Aynı zamanda dili tayin eden, dilin çerçevesini ve şeklini çizen de kültürümüzün ta kendisidir.
Dili incelerken sosyoloji, psikoloji, felsefe, tarih, coğrafya ve düşünce tarihi gibi disiplinlerden faydalanmak zorundayız. Bunlarla alakalandırmadan bir dil incelemesi yapmak düşünülemez.
Biz dil konusunda doğru metotlar kullanabilirsek, sağlıklı yargılara varabiliriz. Bu gün Türkiye’de yaşanan dramlardan birisi insanların kendi dilleri hakkında doğru bir pozisyon alamaması, dolayısıyla doğru bir yargıya varamamasıdır.Bunun sebebi ise yanlış ön bilgiler ve dilin gerçekten ehemmiyetinin farkına varamamaktır. İnsanların saadetleri, muvaffakiyetleri dili anlamaya ve doğru kullanmaya bağlıdır. Çünkü dil bizim hem dış dünyayı anlamamızı sağlar hem de bize daha önceki insanların tecrübelerini, görgülerini ve bilgilerini aktarır. Biz de bunlarla hayatımıza hayat ömrümüze ömür katarız.
Gerçek manada hürriyet, insanların dillerine hakim olması ile mümkündür. Dili daha iyi kullananlar, onu iyi kullanamayanları yönetir. Onun için iyi öğretmenler, iyi din adamları, iyi askerler ve başarılı liderler hep dili çok iyi kullanan insanlardır.
Dil hükmünü zaman ve mekan boyutunda icra eder. Türkçe’yi ele aldığımızda Türkiye ile Türkçe’nin zaman sınırları ve coğrafi sınırlarının örtüşmediğini görürüz. Türkiye Cumhuriyeti 1923’ten beri var fakat Göktürk yazıtlarının tarih sahnesine çıkışı Hz. Muhammed’den 200 yıl sonradır. İşte o günden bu güne dil bize çok şey getirmiştir.
Tarihsel olarak bakacak olursak; yüzlerce yıl süren bir yolculukla Ötüken ormanlarından buralara gelinceye kadar başımıza çok işler geldi. Geçtiğimiz yerlerdeki kültür ve medeniyetlerden etkilendik. Bu yolculuk esnasında bir çok din değiştirdik. Şamanizm’den çıkıp Budist sonra Maniheist olduk ve daha sonra da İslam’ı kabul ettik. Medenileşmemiz Müslüman olmamızla aynı tarihte olmuştur.
Türklerin bir kısmı Hazar üstlerinden Avrupa içlerine doğru ilerlemişler, orada yaşamışlar ve kimisi de Hıristiyanlaşıp paralı asker olarak hayatlarını devam ettirmişlerdir. Bunların bir kısmı Bizans ordusu ile Malazgirt savaşına katılmış ve karşı tarafın attığı savaş naralarını, haykırışlarını duyunca saf değiştirerek Türk tarafına geçmişlerdir. Böylelikle Türkçe bize Anadolu’nun kapılarını açan altın bir anahtar olmuştur. Elimizdeki vesikalarArap harflerinden sonra en çok Uygur alfabesi ile yazılı metinlerden oluşmaktadır.
Dünya üzerinde birbirinden farklı Türkçeler bulunmaktadır. Çünkü Türkler coğrafi olarak büyük bir alana dağılmışlardır. Bunun neticesinde de Türkçe’ye başka dillerden kelimeler girmiştir ve girecektir de. Mesela Azeri Türkçe’sine baktığımızda Rus etkisinden dolayı Rusça kelimeler görürüz. Urfa civarında ise Arapça ve Farsça kelimelerin daha ağırlıklı kullanıldığını müşahede ederiz.
Fransızcada % 15 civarında Arapça kökenli kelime vardır. Çünkü İslam Medeniyeti Endülüste 700 yıl kadar onlarla komşu olarak yaşamıştır. Bir dilin başka bir dilden kelime alması sosyolojik ve psikolojik bir hadisedir. Dolayısıyla insanlar önyargıyla hareket ederek, dilleri hakkında yanlış tavır almamalıdırlar.
“Öztürkçe” kavramı, yukarıda saydığımız tarihi, sosyolojik ve psikolojik sebeplerden dolayı teknik olarak yanlıştır ve uygulanması mümkün değildir. Göktürk yazıtlarında bile çok sayıda Çince kelime vardır. 1200 yıl önce Moğolistan ile Türkistan sınırında tel örgüler yoktu, Moğolca ile Türkçe karışık bir vaziyette idi. Daha geriye doğru gidildiğinde ise karşımıza Altay dillerinin karışımı çıkar. Yani tarihin hiçbir döneminde öz bir dil yoktur ve bunun olması mümkün değildir. Öz dili muhafaza etmek için başka hiçbir medeniyetle temas etmemiş olacaksınız, başka kültürden, ana dili başka olan biriyle evlenmeyeceksiniz ve sizden üstün hiç kimseyle karşılaşmamış olacaksınız. Dünyadaki bütün aletleri ve eşyaları siz icat edip isim vermiş olacaksınız, hatta kavramları bile… Böyle bir şey mümkün değildir. Dolayısıyla bağımsız ve “öz” dil ancak “Katanga” da olur! Saf bir dil ancak orman içinde başka medeniyetlerle teması olmayan, başka kültürlerle karşılaşmamış ilkel bir cemiyette olabilir.
Canlı; dünkü halinde olmayan demektir. Dil de canlı bir varlıktır. Dili eğer insana benzetirsek nasıl bizim hücrelerimiz ölüp yerine yenileri gelmekte, organlarımız şekil değiştirmekte ise dil de benzeri bir değişim yaşamaktadır.
İnsanın duygu ve düşünce sınırlarını çözmek mümkündür. Bunu yolu da dildir. O halde duygu ve düşüncelerimizin sınırı, bildiğimiz kelimelerden başlayıp, bilmediğimiz kelimelerde biter diyebiliriz.
Şimdi meseleyi biraz daha açabilmek için dilin kelime kadrosundan bahsetmek istiyorum. Bir insan kültürle ilgilenmiyorsa, soyut bir alemi yoksa, düşünce dünyası zengin değilse, deruni bilgi sahibi olmak için çaba sarfetmemişse ömrü boyunca yaklaşık 1000- 2000 kelime ile idare edebilir. En iyi ihtimalle bu belki 5000 olabilir. Fakat işlenmiş, medeniyet dili, kültür dili olmuş bir dilin kelime kadrosu yüz binlerle ifade edilmektedir. Büyük düşünürlerin eserlerine baktığımızda yazılarını 20- 30 bin civarında kelime ile yazdıklarını görürüz. Pek tabidir ki 2000 kelime ile yaşayan insanlar bu eserlerden hiçbir şey anlayamazlar. Bu sorunların üstesinden gelmek için sözlük kullanma alışkanlığı edinmek gerekir.”
Not: Programın özeti, deşifre üzerinden yapılmıştır.
Hazırlayan: Dilek Karataş