23 Aralık 2017
Prof. Dr. Zekeriya Kurşun
Ortadoğu kavramı 20. yy. başında ortaya çıkmış bir kavram olup ilk ciddi kullanılışı 1902 yılında olmuştur. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra da bütün dünyada Yakındoğu yerine Ortadoğu kavramı kullanılmaya başlanmıştır. İşaret ettiği yer kısmen Güneybatı Asya tarafına doğru dönen, Osmanlı sonrası ortaya çıkan coğrafyadır. Yani Osmanlı coğrafyasının siyasi bütünlüğü içerisinde ve siyasi hâkimiyeti altında bulunduğu, daha sonra farklılaşarak farklı egemenlikler görerek kısmen bağımsızlaşarak oluşturduğu coğrafyaya Ortadoğu denmiştir. Bu coğrafyada yaşayan ana unsurlar Araplar, Türkler, Farslılar, Kürtler, Çerkezler, Berberiler, Tuaretlerdir.
Ortadoğu coğrafyasının dünya üzerindeki öneminin belli başlı birçok nedeni vardır: Jeopolitik konumu, geçmişte İpek Yolu ve baharat yollarının üzerinde olması, Batı ve Doğu’nun kesişim noktası olması, önemli uçuş güzergâhlarının, su güzergâhlarının üzerinde olması ve petrol kaynaklarına sahip olması. Günlük hayatımızda kullandığımız diş macunundan, şampuandan tutun da arabalara kadar her yerde petrol hammadde olarak kullanılıyor. Bu da petrol kaynaklarını önemli hale getiriyor. Petrol, Ortadoğu’nun asli kaynaklarındandır. Bu sebeple Batılılar için Ortadoğu çok önemlidir.
Bölgede büyük çoğunlukta Müslümanlar yaşamaktadır. Yahudiler, İsrail ile beraber 10 milyonu geçmeyecek bir nüfusa sahiptir. Hıristiyanlar ise Müslüman nüfusun %15’i kadar ancak vardır. Dolayısıyla ağırlıklı olarak bu coğrafyaya rengini veren İslam’dır. Bu kadar kıymetli bir mekân üzerinde Müslümanların mülkiyet iddia etmeleri de dünya için çok rahatsız edici bir durumdur. Batı medeniyeti güçlüdür ve her şeyin maliki de o olmalıdır. Bu kadar kıymetli bir yer altı kaynağının sahibi Ortadoğu’da yaşayan zayıf halklar değil, batılılardır. Bu kaynakta kendilerinin hakkı olduğunu iddia ederler.
Bizim Müslümanlar olarak Ortadoğu’ya bakışımızın nasıl olması gerektiğini 1913 yılında Kudüs mutasarrıfı olan Ahmed Mecid Bey’den bir alıntı yaparak anlatmak isterim. Ahmet Mecid Bey İstanbul’a, Talat Paşa’ya bir rapor yazıp göndermiştir. Raporunda henüz 20. yy. ın başlarında olunmasına rağmen dünyanın bütün dikkatlerinin bölge üzerinde olduğunu anlatır. Hâlbuki dünya o tarihlerde bölgenin zenginliklerinin tam anlamıyla farkında değildir. Buna rağmen bu kadar rağbet görmesinin sebebini Ahmed Mecid Bey şöyle ifade eder; “Burası Hz. Musa’nın Kenan Diyarında dolaştığı coğrafyadır. Mehdi İsa’dır, Hz. İsa’nın doğduğu yerdir. Hz. Muhammed’in de miraca yükseldiği coğrafyadır.”
Bu gerekçe her söylendiğinde işi hep dine bağlamakla suçlanmış olsak da işin özü gerçekten de budur. Bunu Kudüs meselesi de net bir şekilde ortaya koymuştur. Dünyada olan herkes, Müslümanlar, Yahudiler, Hristiyanların hepsi bu coğrafyaya yönelmiştir. 1900’lü yıllardan itibaren ve özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bütün dünya üniversiteleri kendilerine bu coğrafyayı anlamak ve uzman yetiştirmek için bölümler kurmuşlardır. En prestijli üniversitelerin internet sitelerinde mutlaka Ortadoğu departmanları vardır. Fakat Müslümanlar bu alanı onlara göre bayağı geç keşfetmişlerdir. Burada aslında Müslümanların her şeyleriyle, tüm benlikleriyle bu konuyla ilgili olduklarını düşünsek de maalesef çok uzun süre içinde oldukları medeniyetin farkında olamadıklarını söyleyebiliriz.
Kuveyt’te katıldığım bir toplantıda oradaki meslektaşlarım o dönem AB ve Türkiye ilişkilerini överek, doğru bir yolda olduğumuzu, Avrupa ile bütünleşmemiz gerektiğini, Ortadoğu coğrafyasıyla uğraşmayı bırakmamız gerektiğini söylediler. Ben orada biraz da taktiksel bir cevap vermek zorundaydım fakat inandığım şey tam da şudur; Türkiye’nin Batı’da ve Doğu’da olmak üzere iki penceresi olduğunu, bu yüzyılın başında Batı’daki pencerenin camlarını, perdelerini açtığımızı oradan ışık aldığımızı, şimdi de uzun zamandır kapalı olan Doğu penceresinden ışık almaya niyetlendiğimizi söyledim. Bizim bulunduğumuz coğrafya itibariyle sadece Batı ile ya da sadece Doğu ile ilgilenirsek evin diğer yarısı karanlıkta kalacaktır.
Türkiye’nin şu anda dış politikayla ilgili on tane problemini sıralasak en az beş tanesi tarihi süreçle alakalıdır. Arap meselesi, Kürt meselesi, Ermeni meselesi, Batı’yla olan ilişkilerimiz hep buna örnektir. Araplarla ilgili en temel meselemiz asrın Ebu Cehil’i diye isimlendirilen Şerif Hüseyin’in Osmanlılara ve kendi devletine ihanetinden kaynaklanan bir süreçle başlar. Aynı şekilde Kürt meselesindeki sorunlarımız yine tarihsel süreç içerisinde var olan problemlerle alakalıdır. Bu Ortadoğu’da gördüğünüz bütün başka ülkelerin başkentleri 17. yy. a baktığımızda Osmanlı eyaletleriydi. Yöneticilerini Osmanlı belirliyordu. Birçok insan belki de bizim akrabalarımızdan olan insanlar buralarda görev yapıyordu. Bugün Halep, Trablus, Şam, Bağdat, Basra, Musul vs. bugün en önemli sorun alanlarımız arasındadır. Mesela birkaç ay önce Erbil’de Barzani referandum vesilesiyle ortalığı karıştırmaya başladı ve Musul yeniden gündemimize girdi. Habeş dediğimiz yer aslında Doğu Afrika’yı ilgilendiriyor ve şu anda biz Somali’yi yeniden yapılandırıyoruz. Bir askeri üssümüz var orada; eskiden orası da bir Osmanlı eyaletiydi. Yine maalesef Yemen’de büyük bir insanlık dramı yaşanıyor. Türkler, Kürtler, Çerkezler ve Araplar yani nihayetinde orada da Müslümanlar yaşıyor. Oradakiler aç-susuz, perişanlar. Belki de iki ay sonrasını göremeyecek çocuklar var. Bu dramı zaten anlatmak mümkün değil.
Kısacası Ortadoğu denince akla biz ve bizim tarihimiz gelmelidir. Buralar bir zamanlar siyasi bütünlüğünü ve teşkilatlanmasını tamamlamış birer Osmanlı eyaletiydiler.
Libya coğrafyasının merkezi olan Trablusgarp ve Bingazi, Kaddafi’nin öldürülmesinden sonra üçe bölünmüş haldedir ve belki de tarihinin en kötü on yılını yaşamaktadırlar. Trablusgarp neredeyse küçük bir Akdeniz cenneti gibiydi ama şu anda oraya gitmek mümkün değil. Geçenlerde Türkiye’yi ziyarete gelen Trablusgarp yakınlarındaki bir belediye başkanı dönüşte havaalanından evine giderken kaçırılıp öldürüldü. Libya böyle ağır şartların yaşandığı bir hale geldi. Herkes az-çok ilaç ve çocuğuna süt, mama bulabilirken o coğrafyada bunlar adeta birer hayal haline geldi. Dolayısıyla asli ihtiyaçlarını gideremeyen, bebeğine mama bulamayan babalar vahşileştiler. Arka planda biraz da bu var.
Mısır aynı şekilde coğrafyamızın en az Türkiye kadar önemli bir ülkesi iken 2012’den beri yaşananlar yüzünde şu anda çok büyük bir sıkıntı içerisindedir. Mısırdaki kötü koşullara rağmen yönetim batılılar tarafından destekleniyor. Bunun arkasında Mısırlılar, gözlerini açmasın, dünyada yaşananlara dönüp bakmasınlar diye bir saik olduğunu düşünüyorum.
Normalde Mısırlılar dünyanın mizahı en gelişmiş neşeli insanlarıdır ama şu anda Mısır’da hiç kimse gülmüyor, gülemiyor maalesef. Arap Baharının başladığı yer olan Tunus yine Osmanlı’nın bir eyaletiydi; Cezayir hakeza öyle. Bunların tek tek tarihlerine girmek istemiyorum ama şunu hatırlayın; Tunus’ta bir olay olduğunda ya da Cezayir’den bahsedildiğinde bilin ki sizin akrabalarınızdan amcalarınızdan bahsediliyor. Cezayir yöneticilerine Osmanlı “dayı” diyordu. Yani dayılarınızdan bahsediliyor. Siz akrabanızdan birinin herhangi bir problemi olduğunu yahut da hastalandığını, öldüğünü duyduğunuzda elem duymaz mısınız?
Bugün var olan Osmanlı eserleri üzerinden gidersek eğer bizim orada hala ayakta duran kültürel varlığımız bizi oraya bağlayan unsurlar var. Biraz bu eserler üzerinden gidersek teorik kısmı daha sağlam bir zemine oturtabiliriz.
Anadolu’yu dolaştığınızda birçok tarihi eserlere rastlarız ama onların çoğu inanın ki Selçuklu eseridir; Osmanlı değil. Selçuklular Anadolu’da pek çok yatırım yapmışlardır. Dini mekânları imar etmişlerdir. Osmanlı da ağırlıklı olarak Arap coğrafyasında eserler vermiş, şehirler oluşturmuştur. Mesela; Şam’da Sultan Süleyman tarafından Süleymaniye Külliye yapılmıştır. Şam tamamen neredeyse bir Osmanlı şehridir. Kimliğini vermiş olan şey Osmanlıdır.
Osmanlılar kendi toprakları olmasına rağmen Medine ve Mekke’ye duydukları hürmetten dolayı uzun süre Osmanlı bayrağı asmamıştır. Buralara her türlü hizmet verilmiştir ama bayrak asılmamıştır. 12 sene süren Medine mescidini genişletme faaliyeti Sultan Abdülmecit’in emriyle gerçekleşmiştir. Sonunda Padişahın tuğrası asılacakken padişah itiraz edip, Hz. Peygamber’in türbesinin olduğu yerde padişahın tuğrasının ne işi var diyor. Fakat vefat edince oradakiler tuğrayı asıyorlar. Abdülmecit bizim tarihimizde çok tenkit edilmesine rağmen Medine’ye en çok hizmet edenlerdendir.
İşte bizim bu coğrafyaya karşı tarihi sorumluluğumuz buradan geliyor. İkincisi İslam Medeniyetinin ve tek tanrılı dinlerin merkezi olmasından geliyor. Bu tarihi sorumluluğumuzu anlama ve algılama açısından bu tarihi iyi bilmemiz gerekir. Osmanlı yaklaşık 400 yıl boyunca bu coğrafyayı elinde tuttu. Biraz önce 17. yy. haritası ve o haritada olan ülkeleri gösterdim size. Şimdi bakın 20. yy. da yani aşağı yukarı son asra kadar batı sömürgeciliğinden sonra harita nasıl değişiyor. O tarihe kadar bu bölgeler İstanbul’dan idare ediliyordu. Bu bölgelerde Birinci Dünya Savaşı yıllarına kadar savaşmış pek çok kahramanımız var ki, bunlardan bir tanesi de Fahreddin Paşa’dır. Gençliğimde Fahreddin Paşa’nın oğullarını tanımıştım. Sizlerin de geçmişlerinizde Çanakkale’de, Yemen’de, Bağdat’ta, Beyrut’ta savaşmış geçmiş nesillerden kimseleriniz, bu tarihlere ait hatıralarınız vardır. Bu yüzden Ortadoğu’ya karşı ayrı bir sorumluluk duygusu geliştirmek zorundayız.
Hazırlayan: Zeynep Sena
*Hazar Derneğinde yapılan Ortadoğu Gerçeği; Neydi, Ne Oldu, Nereye Gidiyor? başlıklı seri program kapsamında Prof. Dr. Zekeriya Kurşun ile gerçekleştirilen Ortadoğu’nun Dünü Bugünü konulu seminerin özetidir.