Ölüm Sosyolojisi

Hazırlayan: Yorum yapılmamış Paylaş:

 

11 Mart 2017

Doç. Dr. Vehbi Başer

Türkiye’de ölümle ilgili çalışmalarda ilk imzası bulunan Sedat Veyis Örnek isminde bir halk bilimcidir. 60’ların sonu, 70’lerin başı gibi Türk halk kültüründe ölüm üzerine incelemeler yapmıştır. Halk bilimciler esasen kültürel malzeme toplayıcı bir işlev yürütürler. O dönemdeki halk bilimciler de ölüm üzerine sözlü beyanları, halk şiirinde mani gibi karşımıza çıkanları tedavülden kalkmadan toparlayıp, sözlü kültürü derlemeye başlamışlardır. Sonra görmüşlerdir ki kültür sadece sözlü ürünler vermez. Maddi kültürün ürünleri de var; görünür hayatın yanında ölümle de ilgili kültür ürünleri var. Bunları da toplamışlar ve böylelikle Türkiye’de ölüm konusu akademik bir alan haline gelmiştir.

Çalışmalar çerçevesinde; bireyin ölümü merkeze alınarak ölüm öncesini, ölüm sırasında yapılanları ve ölüm sonrasında ölenin ardından yapılanları yoğuran kültür ürünleri şeklinde bir tasnif oluşturulmuştur. Fakat sonra Türkiye’de ölümle ilgili sosyolojik çalışma yapmak cazip olmaktan çıkmıştır. Devlet, ölüm hakkında istatistik toplamıştır ama bunlar ölüm yaşı, ölüm nedenleri gibi demografik bilgilerdir. Bu bilgilerin analiz edilmesi ve dönemler itibariyle farklılaşmalarının incelenmesi gerekmektedir.

Ölüm meselesi, genelde dindarlıkla ilgili konular araştırılırken söz konusu edilmiştir. Sanırım, ölüme ilişkin ilk sosyolojik çalışmalardan biri, benim doktora tezimdir. Tezimin başlığı “Kırsal Dünyada Ölüme Yönelik Davranış Örüntülerinin Değişmesi” idi. Düzce’de, saha çalışmasıyla iki köyü inceledim ve bu köylerde ölümle ilgili pratiklerde ne gibi değişmeler var, bunlara baktım. Benim hareket noktam, mevcut durumu tespit edip sonraki araştırmalar için bir karşılaştırma ekseni oluşturmaktı.

Sosyoloji veya sosyal bilimlerde ölüme ilk el atan Durkheim olmuştur. Durkheim bir sosyolog olarak, bireysel gibi görülen intihar eylemini neden inceliyor? Çünkü, Durkheim’ın çözmeye çalıştığı asıl problem, o dönemde var olan sosyolojinin meşruiyet problemidir. Nedir bu problem? Kabaca, psikoloji kökenli bir bakış açısı, hayatın her alanını inceleyen yeterince ilim bulunduğunu, dolayısıyla sosyoloji denen ilime ihtiyaç olmayacağını ileri sürüyordu. Örneğin, insanların maddi alışverişlerini ekonomi, zaman içerisindeki gelişme süreçlerini tarih, insanların hayatlarını düzenleyen kuralları hukuk inceliyor. İnsanın bizatihi kendi varoluşuyla ilgili çatışmalarını, problemlerini, gelişmesini de psikoloji inceliyor. Onlara göre, zaten toplum diye bir şey de varsayımdan ibaret. Dolayısıyla sosyoloji niye bir bilim olsun? 1880’ler civarında, özellikle Fransa’da, psikolojizm dediğimiz bir akımın meydan okuması bu.

Psikolojistler, insani fenomenlerin sosyal boyutunun aslında bireysel fenomenlerin toplu görünümünden ibaret olduğunu ileri sürüyorlar. Dolayısıyla onlara göre, toplu fenomen diye bir gerçeklik yok. İnsan her şeyi tek başına yaşar ve insanın psikolojisi çözüldüğünde, geriye sosyal hayat namına bir şey kalmaz. Durkheim tam da böyle bir zamanda ve bir hayli derin psişik fenomen kabul edilen intiharı ele alıyor ve sosyolojik açıdan inceliyor. Her ne kadar Türkiye’de A. Comte’un pozitivizmi kurduğu kabul edilse de aslında pozitivist sosyolojinin kurucusu Durkheimdir ve bu yüzden ölüm fenomeninin intihar türünü de pozitivist bir yaklaşımla ele alır.

İntihar nedir? Durkheim, “Her pozitivist bilim çalışmasında, ele alınan olgunun nesnel bir tanımı yapılmalıdır.” diyerek başlar ve ölümü nesnel olarak tanımlar. Buna göre, bir insan olumlu ya da olumsuz, dolaylı ya da dolaysız bir eylem gerçekleştirerek kendi ölümüne sebebiyet veriyorsa intihar etmiş olur. Dolaylı bir şey sonucunda kişi ölebilir: Mesela, kişi kendini öldürmeye çalışmadığı halde çukur bulunduğu bilinen bir yerden gitmekte ısrar edip, düşüp ölüyorsa bu bir tür dolaylı intihar eylemidir. Olumsuz eylem yapmamak şeklinde bahsedilen şey ise; mesela ölüm orucu gibi vs. Aslında ölme niyetiyle değilde başka bir talebi gerçekleşsin diye başladığı ölüm orucu sonunda ölürse bu da bir intihardır, diyor.

Bu nesnel tanımın faydası şu: İnsanların kültürel olarak ürettiği bir takım değerler veya seçimler, olguları parçalar. Biz de ona başka bir değer yüklendiği için o değilmiş gibi görür, onun intihar olduğunu anlamayız. Mesela ötenazi, kişinin artık hayatta kalmasını anlamlı olmaktan çıkaran şartların oluşması halinde, temiz bir ölümle dünyadan çekilmesi anlamına geliyor. Kelime olarak güzel ölüm demek. Durkheimcı yaklaşımla, yani nesnel tanımla bu olaya bakıldığında, yüklenen anlam ne olursa olsun ötenazi bir intihar türüdür. Yine bu tanıma göre, bir insan dışarıdan gelen silah ve çatışma seslerine rağmen dışarı çıktığında, kurşunlara hedef oluyorsa bu da bir tür intihardır.

Böylelikle bu farklı intihar türlerini önce nesnel tanım altında birleştirdikten sonra Durkheim insan topluluklarının hangilerinin intihara yatkın olduğunu inceler. Bunun kaba bir modeli var: Toplumlar mekanik dayanışmadan organik dayanışmaya doğru bir değişim geçirirler. Bu değişim sürecinde mekanik/ dayanışma dediği geleneksel toplumlarda intiharın bir tipi yaygın olduğu görülüyor. Buna Türkçede özgeci intihar deniyor yani ötekini dikkate alan başkasına adanmayla ilgili olan intihar. Kabaca şehitlik, Durkheim’e göre böyle bir intihar biçimidir. Geleneksel toplumlarda insan kendi münferit hayatı anlamsız olduğu için değil, cemaatin hayatı riske girdiği için kendini ölüme atar. Durkheime göre bu, intiharın alturistik biçimidir. Halbuki modern toplumlarda insanların toplumla bütünleşme, toplumun içinde erimiş halde yaşama imkanı ortadan kalkmıştır. Organik dayanışmalı toplumlarda, kişi canına kendi hayatı anlamlı olmaktan çıktığı için kıyar.

Münferit, bireysel hayatı önceleyen intihar tipine de egoistik intihar yani bencil intihar diyor. Bencil intihar, kişinin hayatını münferiden anlamlı yaşama fırsatı varken, bu fırsat elinden geri dönmeyecek şekilde çıkması halinde, hayatı sürdürme konusunda yaşadığı krizden kaynaklanan intihardır. Modern toplumlarda bu tür intihar yaygındır. Bir de Durkheim’ın 1890 -1900’ler döneminde, Avrupa toplumunda gözlediği ve adını koyduğu bir fenomen var; anomi. Bu mekanik dayanışmalı toplumdan, organik dayanışmalı topluma yani geleneksel toplumdan modern topluma geçiş sonrasında devam eden değişmelerin doğurduğu bir sosyal fenomendir.

Anomi kavramını anlamak için, önce toplumların neden değiştiğini anlamak lazım. Durkheim’e göre farklılaşma denen bir süreçle toplumlar değişir. Bütün toplumlar küçük kabileler veya kavimler gibi yaşarken zorunlu olarak farklılaşmaya başlarlar. Çünkü toplumun nüfusu artınca, çevresel kaynaklar yetmez böylece bir kısmı gider, başka yer bulur, orada yaşar. Sonra insan toplumları daha çok insanı besleyebilecek yeni üretkenlik aktiviteleri geliştirerek de farklılaşmaya başlarlar. Ekip dikmeyi öğrenirler, hayvanları avlamak yoluyla geçinirken hayvan yetiştirmeyi öğrenirler. Bütün bunlar toplum içinde bir farklılaşma yaratır ve böylece geleneksel toplum sonrası ortaya çıkan toplum artık çok farklılaşmıştır.

Mekanik toplumlar insanları benzer kılarak bütünlüklerini korurken, organik dayanışmalı toplumlar farklılaştırarak bütünlükleri korur. Yani her şeyi kendimiz yapabildiğimiz ve birbirimize muhtaç olmadığımız halde, manevi benzerliklerimiz nedeniyle toplumdan ayrılamayız. Böyle bir inançlarla donatıldığımız için toplumun dışına çıkamayız. Farklılaşma, toplumun ortak değerleri yerine, herkesin farklı tecrübesine ait ayrı değerler yaratır. Bunlar da giderek ufalanırlar. Durkhaim, anomi ile toplumun bütünlüğünü sağlayan normların ortadan kalktığını ifade etmektedir. Bu, hepimiz için geçerli aynı ruhun, aynı hayat düzeni formlarının buharlaşması demektir.

Anomik intihar 3.türden intihardır ve aslında kişilerin hayatlarını yönlendirememelerinden doğar. Eğer namos ortadan kalkarsa, neyi ne kadar isteyeceğimizi, ne kadarla yetineceğimizi söyleyen bir yeterlilik ilkesi de yok demektir. Anomik intihar bu anlamda hayatın sınırlarının kaybolmasının yarattığı bir bunalımdan doğar. Hepimiz işimizi, mesleğimizi yaparken belli kurallara uyuyoruz. Ama bu kuralların geleneksel toplumda da, modern toplumda da sağladığı asgari olarak aynı topluma ait olma ruhu, herkesin bildiği toplumsal bir standardı vardır. Yaşanan farklılaşma ile toplum ufalanır ve sonucunda anomi doğar. Anomi bireye ait bir suç değildir, toplumsal bir fenomendir.

İnsan benliğinin sınırlarını toplum tayin eder; yasaklar koyar, neyi, ne kadar isteyebileceğini belirler. İnsan bu tür bir toplumsal çerçeve olmaksızın hayvana dönüşür. Dolayısıyla anomi, bir tür toplumun buharlaşmasıyla meydana gelir ve bu durdurulabilir bir süreç değildir. Bu yüzden de Durkheim bu kriz nedeniyle yaşanan intihara, anomik intihar der. Durkheim, aslında somut bir olgu olarak intiharın somut nedenlerini araştırıyor. Ölümün hangi nedenlerle gerçekleştiğini ya da faktörlerin kontrol ettiği ölüm problemini ele alıyor.

Sosyolojide sonradan gelen çalışmalar, gerçekliği somut, nesnel bir şey olarak gören ve ona tümüyle nesnel olarak bakıldığında onu bilebilirmişiz gibi olan anlayışı değiştirdiler. Aslında ölüm, aşk, eğitim gibi olguların kendiliğinden bir gerçekliği yoktur. Sosyal hayat, nesnel bir varlık alanı değildir, insanların inşa ettiği alandır. Kurulu bir toplumu alır, beğenmediğimiz taraflarını değiştirmek daha iyi yapmak için çalışırız. Bireylerin çabaları her zaman toplumu değiştirmez ama zaman içerisinde insanların istekleri, yönelimleri, yeni değerlerle çalışmaları sosyal alanı daha başka şekilde inşa etmelerine yol açar. Böylece toplum değişir, dönüşür, bir gerçeklik kazanır ama hiçbir zaman ölçülüp biçilebilecek bir şey haline gelmez.

Gerçeklik midir? Evet, bayağı gerçekliktir ama bunu ancak, hangi sembollerle insanları inşa ettiğine nüfuz ederek kavrayabiliriz. İşte bu sembolik etkileşimciler, pozitivist sosyologlar gibi nicel veriler toplayıp, istatistik yaparak toplumda bu, budur demezler. Sembolik etkileşimciler hayat kurgusunun çözümlenmesi, nüfuz edilmesi için semboller sistemiyle uğraşırlar. Bu semboller nasıl anlamlandırılıyor, hayatta neyle ilişkilendiriliyor, böyle olunca hayat nasıl şekilleniyor buna bakarlar.

Foucoult ‘un geliştirdiği mekanizmaya göre ise; hayat sembol organizasyonu değildir, daha derinde bir şeydir. İnsani hayat dediğimiz şey çok boyutlu bir inşadır. Foucoult’nun, discourse diye anlattığı şey dilimize söylem diye çevrildi, retorik anlamındadır. Oysa Foucoult’da söylem; içinde gerçekliğimizi kazandığımız bir şeydir. Bir insan olarak ben, kendi varlığımın anlamını da, imkanlarını da, gücünü de, dışımda var olan dünyanın nasıl bir şey olduğunu da, toplumda bir ölçüde hegomonik olarak varlık kazanmış söyleme bakarak tanımlarım. Toplum bir söylemdir, discourse dur.

Bütün maddi nesneleri üretirken evleri, barkları, kullandığınız eşyaları, yolları, arabaları vs. bir ruhun etkisi altında üretiriz. Söylem aynı zamanda o ruhtur, sürekli maddi nesnelerde ve özellikle insan davranışlarıyla yeniden güncellenen bir şeydir.

Bir araştırmada ölüm söylemi inceleniyor; ölüm hangi ruhu barındırıyor, ölümün ruhu nedir? İnsan davranışlarında ölümle ilgili mekanlarda ve ölüm sürecinde ve sonrasında ölümle ilgili olarak kullanılan bütün araç gereçlerle güncellenen ölüm tecrübesi nedir? Bu sembolik etkileşimci analizden biraz daha derin bir analizdir. Çünkü sadece tek tek sembolleri bulup çıkarıp, onları ilişkilendirmek değil, maddi nesnelere sinmiş ruhu kavramaktır. Bu çalışmada veri toplama morg gözlemleyerek gerçekleşir. Çünkü morg, alt söylem olarak ölümü inşa eden bir ortamdır. Morgdaki nesneler öyle üretilmiştir.

Burada söylem analizi yapmak, morgdaki ruhu açığa çıkarmaktır. Faucoult’cu yöntemle yapılan söylem analizi, “hangi hegomonik ilişkilerin ürünüdür” sorusuna da cevap verir. Çünkü mesela Faucoult, siyasi açıdan iktidar diye bir hegomonik aygıtın var olduğunu ve bunu tüm topluma dayattığı görüşüne karşı çıkar. Hegemonya veya hegemonik ilişkiler toplumsalın özünde, doğasında vardır ve insan ilişkileri, hegemonik ilişkilerdir. İnsanlar sadece iktidar ve onun araçları olarak birbirlerine baskı yapmak suretiyle hayatın her alanında baskı üretirler. Kudret veya iktidar denen şeyi anlamak için; öğrencilerin birbirlerine, öğretmenin onlara, müdürün hepsine, evde kadının kocasına, kocanın karısına, ikisinin birlikte veya ayrı ayrı çocuklara, çocukların birbirlerine ne tür baskı uyguladıklarını inceleyerek gerçekten iktidarı anlamış oluruz.

Çünkü devlet gücü olarak iktidar, bütün o toplumsal görünmez iktidar ilişkilerinin sadece görünür gövdesini oluşturur. Bu anlamda Faucoult ölüm, aşk, evlilik veya ticaret gibi her alt söyleminde bu kudretin tecessümünü görür. Kudret nasıl tecessüm ediyor ona bakar. Bu anlamda ölüm de aslında güç ilişkileri dünyasının bir parçasıdır. Yani insan toplumlarında ölüm de hegemonik olarak yönetilir veya çekip çevrilir. Ölüm bu hegemonyanın bir sonucu olabilir ya da hegemonyayı pekiştirici bir araç olabilir.

Aslında her insanın ölümü bir patronaj ilişkileri düzeninin yeniden kurulmasını gerektirir. Biri öldüğü zaman onun yeri boştur henüz, biz o boşluğu hissederiz. Onu defnettiğimizde o sosyal bir varlık olarak bir bütünün parçası olmaktan da çıkarılmalıdır. Tuttuğu yer boş kalsa bile, yokluğu hissedilmez oluncaya kadar ölümün yıkıma uğrattığı şey bir tarafımızı kemirir. Faucoult’cu bakışla bakıldığında bu, hegemonik ilişkiler düzenidir ve her ölümde hegemonyanın bir tarafı çöker. Hegemonya sürecekse yeniden tesis edilmelidir. Bulunduğunuz binanın bir duvarı yıkıldığında, tamir edemez ya da varmış gibi yaparsanız o zaman çatı da çöker. Bina ayakta kalacaksa ölenin kendisiyle birlikte götüremeyeceği hegemonik güç başkalarına aktarılmalıdır ki, yapı kendini sürdürebilsin.

Kültürün fiilen varlığını sürdürebilmesi, ölümle ortaya çıkmış sosyal tahribatın ortadan kaldırılmasına bağlıdır. Bir nevi sosyal defin diyebiliriz. Ölenin sosyal olarak boşalttığı alanın arıtılması, ihtiyaç olmaktan çıkarılması, o alanın bir şekilde doldurulması gerekir. Daha büyük bir hegemonik güce sahip olanın ölümü daha büyük bir duvarı çökertir. Öyle olunca daha büyük ayinlerle, sosyal olarak defnedilmelidir.

Kabaca geleneksel toplumda ölüm başka bir şeydi, bugün başka bir şey. Biz geleneklerimize saygılıyız, olabildiğince dinimizi koruyoruz yaklaşımı, geleneksel hayatın modern bir zemine dönüşmesinden sonra sadece kafayı kuma sokmak demektir. Ne olduğunu kavramamak demektir. Başımıza gelenler hep bu gavurların veya içimizdeki gavurların marifeti gibi topu taca atmanın bir sürü şeklini denedik ama o top gol olmuyor. Geleneksel toplumda bir kere ölümün ne anlama geldiğini biz daha çok dinsel biçimde anlatıyoruz. Geleneksel toplumda din bir sürü kökenlerden beslenmişti, din derken anlamları kültürel dinsellikle çakılmış kültürel dini kastediyoruz.

Geleneksel olarak biz, gerçek insanlardan ibaret bir dünyada yaşamıyorduk; kırklar, yediler falan vardı dünyamızda. Bu din işte… İslam vs. diye düşünmeyin, bu bizim dinselliğimiz. Bu geleneksel dinsellik anlamlandırmanın yerini, giderek bugün bilimselleşmiş bir ölüm anlamlandırması almaya başlamış durumda. “Ölen hayvan imiş, aşıklar ölmez” diyor Yunus Emre. Çünkü önceden ölüm manevi bir tecrübeydi. Giderek bedene yapılan bir şey haline geldi. Bütün toplum, kamusal dünya ölümle sarsılırdı, şimdilerde kamusal olarak ölümün sarsıntısı ortadan kaldırıldı. Yani birinin mevlidi camide okunurken bütün ilçeye bir hüzün çökerdi. Bütün köy olarak o mevlidi gidemesek bile bilirdik. 40’ını, 52’sini bilirdik, haberimiz olurdu, gitmemek çok ayıptı. Bütün cemaat olarak bir ölünün ruhuna yönelik böyle manevi dayanışma, bir halkalanma içinde bu ritüeller gerçekleşirdi.

Artık ölünün arkasından bütün toplum el ele tutuşmuyor. Burada ölünün 52’si okunuyor, şuradaki bakkal müziği kesmiyor ama kimse bozulmuyor o bakkala. Bozulmamayı öğreniyoruz. Dolayısıyla ölüm kamusal, geleneksel hüzünden arınıyor. Ve ortaya sadece özel dostların katıldığı ufalanmış, kamusal dünyadan çekilmiş bir manevi durum çıkıyor, sahte bir şekilde, kamusal olarak o ritüelleri hala sürdürüyormuşuz hissi yaratılıyor.

Bilimselleşme bedeni öne çıkarıyor, ölümle ilgili her şeyin göbeğinde tıp var; ölüm öncesi, ölüm sırası, ölüm sonrası her şeyin en ciddi, en zorunlu parçaları tıbbidir. Artık, tıbbi bir denetime tabidir ölüm süreci. Ölüm raporu almadan öleni götürüp gömemezsiniz. Eğer doktorlar ölüm raporunu vermekten çekiniyorsa adli tıpta ölümün incelenmesi gerekir. Adli tıp, tıptır ama işin diğer tarafı güvenlikle ilgilidir. Aslında böyle bakınca, günümüzde ölüm, tıpsal temeldeki tanımlamalara göre bir güvenlik sorunu veya bir adli sorun olarak öne çıkıyor.

Önceden ölüm, ailesel cemaatsel bir şeydi. Herkes ölümü yaklaşanlardan helallik almaya çalışırdı. Bu helalleşme meselesi, aile mekanında bir tür düşük tonajlı bir ayin gibi olurdu. Şimdi ölümü çağrıştıran riskli bir durum varsa hemen hastaneye koşuyoruz. Bazen doktorlar, umut kesilen hasta için evinize götürün diyorlar, çünkü hala kalbimiz evde ölmeye kayar, ölecekse hastanede ölmesin isteriz. Şimdilerde çocuklar ölüme ya da ölümden hemen sonra yaşananlara şahit olup, derinden etkilenmesin istiyoruz. Oysa eskiden çocuklar da sürecin bir parçasıydılar.

Ölümle ilgili işlemler bir hayli profesyonelleşmiş vaziyette. Hatta sektör bile olduğu söylenebilir. Bu sektörün son parçası da kabristanda nihai ritüeli yerine getiren hocalar oluyor. Bunlar kim, kimse bilmiyor, tanımıyor. Halbuki daha önceki geleneksel toplumda, “benim telkinimi şu hoca versin, kefenimi şu biçsin, bu kefenlesin” diye vasiyetler yapılırdı. Törensel ve göz önünde tüm cemaate ve tüm kamuya açık ölümden, modern dönemde hastaneselleşme süreci aracılığıyla kamusallaşmış, görünmezleşmiş bir ölüme doğru geçiş var. O nedenle, kamu ölümden bahsetmeyi sevmiyor, modern insanlar ölüm yokmuş, gelmeyecekmiş gibi davranıyor. Anti-agingler falan bayağı yaygınlaşıyor, insanlar yaşlanmamaya çalışıyorlar.

Ölüm neden kamusallaşıyor? Çünkü ölüm modern hayatta, geleneksel anlamların yerine yeni bir manevi anlam kazanamadığı için bir duvara dönüşüyor. Ölüm geleneksel dünyada bir kapıyken, modern dünyada bir tür duvara çarpıp parçalanacağımız ya da ötesine geçeceğimiz bir yer haline geldi. Duvar olunca ondan bahsetmek giderek zorlaşıyor. Ölüyü anlatan birini görseniz içiniz kalkıyor, “anlatma” diyorsunuz vs. Böylece ölüm tabulaşıyor. Tabu ne demek söz edilmez bir şey demek; bahsetmeye cesaret edememek, bahsedilemez bir niyeti faş etmek demek.

Tabusallaştırma bir tür pornografi barındırır. Halbuki geleneksel olarak bizim toplumlarda ölümün ne kadar güzel olduğundan bahsetme adeti vardı. Gözleri pırıl pırıl bakıyordu, yüzüne nur gelmişti denirdi. Kötü hallerinden bahsetmeyip güzel hallerinden bahsedilirdi. Şimdi hangi halinden bahsedilse saygısızlığa dönüşüyor. Biz modern miyiz, değil miyiz? İçinizde ölüm giderek tabu haline gelmişse daha çok modernsiniz demektir. Batı’da da süreç böyle gelişti. Ölüm, geleneksel merasimlerle karşılanan, hayatta yer tutan bir şeydi şimdi medyada şurada, burada bir tür seremoniye dönüştü; kimler gelmiş cenazeye, namazı kim kıldırmış, diyanet işleri başkanı mı, bir tür politik seremoniden bahsediyoruz. Çocuklar daha çok bu seremonilerle oluşan ölüm imgesini televizyonlardan seyrederek büyüyorlar. Haberlerde seyredilebilir bir tür seremoni olarak algılıyorlar ölümü. Kabristanlar şehrin çok dışında, çocukluğumuzda olduğu gibi her adım başı bir yatır yok. Ölümün tümüyle görünmez hale geldiği bir ortamda, onun dışında yaşıyoruz.

Modern dediğimiz şey, bir iktibas şeklinde uzaktan geliyor, biz de uzakta kalsın istiyoruz ama medya ve eğitim bunu içimize kadar getirip sokuyor. Kadın kıyafeti deyin, eğitim deyin hepsi aynı. Eskiden Mektebe giden çocuk ya züppe olur ya gavur olur anlayışı vardı. 30’lu yıllarda erkek kız olsun fark etmez, çocuğu okula göndermemek normal vatandaş davranışıydı. Öğretmenler köylerden çocuk toplarlardı. Sonra dayatmalar olunca “hadi erkekleri gönderelim” dedik. Erkekleri feda ettik ama kızlar bizim. Sonra kızları da okula gönderdik. Eğitim orta sınıflara mal olduğunda elitlerin gavurluğu gibi olmaktan çıktı. Modernlik böyle de oluyor sanıyoruz hâlbuki bu bir adaptasyondur.

Orta sınıflar kendini toplumun kültürüne benzetecek bir takım semboller yerleştirir. Bunun çarpık örnekleri mesela traktörün önüne maşallah asmak ya da kurban kesip kanını alnına sürmek. Böylece traktörün yabancılığını gâvurluğunu bize benzemezliğini, bir takım semboller ekleyerek dönüştürmeye çalışıyoruz. Böylelikle biz aslında modernliğin sadece elitlerde olduğuna, bize geldiğinde ise bize sadece benzediğine falan hükmediyoruz. Bize benzemesi bir tür aldanma, kendi kendini kandırmadır. Modernliğin etkisinin çok derine sirayet etmiş olduğunu ve bizi de dönüştürdüğünü kabul etmemiz gerekir.

Siz böyle yaşayıp ölürsünüz, çocuklarınız sizin sembollerinizden arınır ve ellerinde sadece modernlikler kalır. Çocuklarınızın sembollere ihtiyacı yok. Çocuklarımız başka bir dünyaya doğduğu için artık o semboller de sürdürülmez olur. Demek ki modernleşirken, törenselleşmiş bir ölüme doğru toplum değişirken, istediğimiz kadar merasimlerimizi konuşalım, birkaç nesil sonra sizin çocuklarınız için de ölüm törenselleşecektir.

Merasimden seramoniye, muhafazakarlar için ibadet veya ayinden göreneğe diyebileceğimiz bir şey gerçekleşiyor, ufalanmış bir görenek koleksiyonu. Biz artık görenekçi insanlarız. Biz geleneklerini sürdüren değil, göreneklerini dondurmuş, onları koruyan insanlarız. Kırılganlık katsayısı yüksek olan bu durumu da evlatlarımız kıracak. Çünkü görenek ruhsuz bir şeydir, ruhla aktarılamaz. Bu işi böyle yapıyoruz neden, işte bunun bir anlatımı yok. Ölümün arkasından her eve bir hoca çağırılır, biraz kentleşmiş kesimlerde hoca okumaları biraz uzatınca “bu kadar yeter, tamam artık” denir, sonra hoca gönderilir. Bu bir görenek çünkü…

19.yy’ daki köylerimizde kentlerimizde geleneğin veya gelenek zemininin taşıdığı görenekler olarak onlar anlamlıydı. Bugün o zemin ortadan kalkmış durumda. Merasimlerimizin ruhu ortadan kalkmış olunca geriye görenek çöpü kalıyor. Bu durumda kalanlarda çok hızlı tasfiye olacak demektir. Benim çocukluğumda her Perşembe akşamı her camide tevhit, iman ve nikâh duası okunurdu. Perşembe akşamı adamlar ya imandan çıktıysa ya nikah boş düştüyse falan diye mutlaka camiye gönderilirdi. Şu an artık yok. Mesela Perşembe akşam salaları yeniden başladı ama bu, özel bir akşam, gelin tövbe edelim salası mıdır, artık değildir. Artık bu tür uygulamalar geleneksel temelini kaybetmiş, topluma modernlik sirayeti etmiştir. Biz yok, modernlik bize bulaşmadı demek için bir takım şeyler yapıyoruz ama modernlik sirayet ettikçe bu tür bir sorgulama kaçınılmaz oluyor. Bu sorgulamayı gerçekten vicdanla yapacak insanları bir araya getirip, düzgünce yaptırmak yerine diyanet dâhil bütün dini kurumlar “yok yok öyle bir şey olur mu!” diyor.

NOT:

Bu metin,  Doç. Dr. Vehbi Başer’in 11 Mart 2017 tarihinde, Hazar Derneğinde gerçekleştirdiği “Ölüm Sosyolojisi”  başlıklı sunumunun tarafımızca yapılan özetidir. Kaynak göstermeden alıntılanması ve yayınlanması yasaktır.

Önceki Yazı

Kadın Gündemi Tartışmaları: Toplumsal Cinsiyet Rolleri Açısından Türkiye’de Erkeklik İnşası

Sonraki Yazı

Yakın İlişkilerde Farkındalık Eğitimi

Bunlar da ilginizi çekebilir

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir