Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı
25 Şubat 2017
Bizi böyle hayırlı bir meseleyle -her ne kadar konu ölüm de olsa ölümünde hayırlısı var biliyorsunuz- bir araya getiren Rabbimize hamd ediyorum. Kendisi de ölümü tadan ve kendi tabiriyle ‘refik-i âla’sına giden Resulü Zişan Efendimize hürmetlerimizi, selamlarımızı ve salavat dileklerimizi arz ediyorum. Hazar’ın Değerli yetkililerine de sizlerle buluşma imkânı verdiği için teşekkür ediyorum. Ne güzel faaliyetlerde bulunuyorlar; Allah sa’ylerini meşkûr etsin, amellerini bereketli kılsın inşallah. Bunların hepsi sâlih amel biliyorsunuz. Sâlih amel, Türkçedeki tam karşılığı faydalı iş demektir. Dünya ve ahiretimize faydalı olan işler demektir. Allah işlerimizi dünyamıza ve ukbâmıza hayırlı eylesin inşallah.
Kur’an-ı Kerim’de ölüm, “mevt” olarak geçer. Arapçada tam karşılığı da böyledir. 150’yi aşkın ayette bu kelime kullanılıyor. Ölüm dinin temel konularından biridir ve baştan itibaren felsefenin de konusu olmuştur. Zamanımızın felsefesi ölüm konusunu çok fazla gündeminde tutmaz ama zaman zaman bu konuda düşünen, yazan, çizenler vardır. Özellikle varoluşçu filozoflarda daha çok ölüm konusunun işlendiğini görüyoruz. Ama konu temelde dini bir konudur. Biraz sonra bahsedeceğim gibi ölüm, bilimin de konusu olmuştur.
Felsefenin ana konusu olan varlık bilimi, varlığı anlamaya çalışır. Varlık üzerinden bizim bilgilerimizi değerlendirir. Varlığı nasıl biliyoruz, ne kadar bilebiliriz, varlığın mahiyeti, başlangıcı ve sonucu nedir? Felsefenin aşağı yukarı üç konusu vardır: Bunlardan biri “varlık” meselesidir. Buna ontoloji diyorlar. Bir tanesi “bilgi” felsefesi, yani epistemoloji, bir diğeri de “değer”dir. Burada bilgimizin değeri nedir sorusu sorulur. Çünkü insan taa ilk çağlardan beri hayvan-ı natıka diye tanımlanmıştır. Yani düşünen canlı, “natık” düşünen demektir. Düşünce bilgiyi, hikmeti üretiyor. Bundan dolayı bilgilerimizin değeri nedir; yani bir şeyleri bildiğimizi söylüyoruz ama ne kadar doğru biliyoruz? Bildiklerimiz ne kadar “bilgi”nin konusu olan nesnelerin gerçekliğine uygun? Belki biz de göreceli bir hayat yaşıyoruz. Bir bakıma da öyledir aslında. Bu hayata göre bilgilerimiz var. “Bütün insanlar uykudadır, ölünce uyanacaklar” diye hadis vardır. Bu ilginç bir yaklaşımdır. Uykuda iken bir şeyler yaşıyoruz, görüyoruz; uyanınca nasıl hayat düzlemine geçiyorsak, ölünce de gerçek bir hayat düzlemine mi geçeceğiz diye düşünüyor insan. Bu tür sorular düşünülmüş, konuşulmuş, ölüm sonrasıyla ilgili bilgilerle ve dinlerin haber verdiği ölçüde cevap bulmaya çalışılmış. Tabi bu konuda aslında bilim bir şey söyleyemez, felsefe de sonuçta rasyonel bir akli düşünce faaliyetidir. Bunun üzerinde İbn-i Sina çok durur. Aklımızın kullandığı malzemeler, neticede bizim bu dünyada duyu araçlarımız vasıtasıyla elde ettiğimiz bilgilerdir. O bilgiler üzerinden akıl bazı üretimler, çıkarımlar yapar. Aslına bakarsanız tahminler yapar. Gazali, filozofları da bu noktada eleştirir. Batı’da doğru anlayanlar olsa da bizim dünyamızda insanların çok azı Gazali’yi doğru anlamıştır. Gazali’nin aslında felsefeyi eleştirdiği yok. O, felsefenin kendini eleştirdiği noktadan felsefeyi tenkit ediyor. Felsefenin kullandığı yöntemler, netice itibariyle rasyonel yöntemlerdir, aklın alanı da bellidir. Akıl yaşadığımız dünyanın verilerini kullanarak bir takım türetmeler yapıyor ama onlar bu hayata ilişkin verilerdir. Bu hayatın ötesine metafizik âleme ait değildir. İslam felsefesi doğaüstü konularla ilgilenir. Varlığın mahiyeti üzerinde düşünürler. “Varlık diye bir şey yoktur, biz bir hayal dünyasında yaşıyoruz. Platon’un dediği gibi aslında bir gölgeler dünyasında yaşıyoruz. Dünya bir yanılsamadan ibarettir” diyenler vardır.
Kelamcılar ise “eşyanın hakikati sabittir, yani gerçektir; gördüğümüz neyse işin doğrusu da odur”, demiştir. Bir kelamcı olarak Gazali de buna karşı çıkıyor. Felsefe, bilimin verilerine dayanarak bu dünyayla ilgili bir şeyler söyler. Bu dünyanın ötesine taşan konularda felsefenin yapacağı bir şey yoktur, o dinin konusudur” diyor. Ölüm de böyle bir konudur. “Öbür taraf / Ahiret hayatı gerçekten Kur’an’da anlatılan gibi mi olacak? Yani ateş, Cennet veya Cehennem, huriler, ırmaklar, falan aynı anlatıldığı gibi midir? Gazali, “oraya gidip-gelen olmadı ki bilelim, Kur’an bizim dilimizle, bize hitap ediyor. Orası gözlerin görmediği, kulakların duymadığı, insan aklının tasavvur edemediği bir evrendir”, diyor. Dolayısıyla Kur’an’ın anlattıkları da semboliktir demiş oluyor. Ama bu sembolizmin içine de her şeyi sokamazsınız. Her şeyi tevil ederseniz sıkıntı çıkar.
Bildiğiniz “küllü nefsün zaikatü’l mevt”, ayetinde olduğu gibi vahiy “mevt” kelimesini kullanarak ölümden, ölülerden, ölenlerden bahseder; “Gökten nasıl suyu indiriyor, bu sayede yerden bitirdiğimiz otlar, bitkiler ve diğer nebatat besleniyorsa, Allah sizi de yerden öyle çıkaracak, yeni bir hayatı başlatacaktır. Onu yaratan Allah, bunu da yapar” diye ahireti inkâr edenlere karşı delil getiriyor.
Vefat kelimesi bizim dilimize de girmiş biliyorsunuz. Kur’an’ı Kerim’de vefat ve aynı kökten gelen başka kelimeler de vardır. Yusuf Suresi’nde Peygamberlerden birinin, “ya Rabbi beni Müslüman olarak vefat ettir, salihlerle birlikte bulundur”, diye muhteşem bir duası vardır. Hz. İsa’ya hitap ederken de, ‘ey İsa biz seni vefat ettireceğiz’ buyuruyor.
Helak kelimesi de Kur’an’da ölüm manasında kullanılıyor. Kur’an’ı Kerim’de miras konusunda “bir adam helak olursa, yani ölürse miras şöyle paylaşılır”, diye ayet var.
Kur’an’da ölümle eş anlamlı kullanılan bir diğer kelime Yakiin’dir. “Yakiin / ölüm gelinceye kadar Rabbine kulluk etmeye devam et”.
Bir de son olarak Ecel kelimesi var, ilk müfessirlerden Mücahit bin Cebir diyor ki, el ecelü’l müsemma, “ölüm” demektir. Yine insanları vefat ettiren ölüm meleğinden bahsediyorlar. Bu kelimelerin hepsi ölüm için kullanılmıştır.
Ölüm konusunu tartışan filozoflar/düşünürler kötümser ve iyimserler olmak üzere iki gurupta toplanırlar. Ölüm nedir sorusuna iyi bir şeydir diyenler olduğu gibi, kötü bir şeydir diyenler de var. Cenevre Üniversitesi hocalarından Şarez bir risalesinde, konferansına “ölümden bahsedeceğim” diye başladığını ve “başka bir konu bulamadın mı” diye dinleyenlerin itiraz ettiğini yazıyor. Ölümün tabi ki hoşlanılmayan bir tarafı da var. İstanbul Müftüsü iken, Oktay Ekşi bir gün beni aradı. “Hocam, Zincirlikuyu Mezarlığının kapısına yazmışsınız “her canlı ölümü tadacak diye”; şunu kaldırın, moralim bozuluyor dedi. Bu kötümser bir bakış açısı, tabi insanlar ölüm deyince birazcık ürperiyor. Bunun felsefesini yapanlar var. Şarez, “ölüm korkunç bir olay ama herkesi ilgilendiriyor” der ve kitabını şöyle bitirir, “ölüm düşüncesinin bütün zenginliklerini değerlendirmeyi de bilmemiz gerekir”. Yani, bu fikir nasıl olsa var, o zaman bunu bir zenginlik olarak hayata nasıl yansıtabiliriz demiş oluyor. Gerçekten bu çok önemlidir. Bu zenginlikleri ne kadar değerlendirirsek ölümün korkusunu yenmiş olur, ölümü hayatımız için bir fırsat, bir imkân olarak değerlendirebiliriz.
Kur’an’da da böyle bir yaklaşım, böyle bir bakış var. Tebareke Suresi’nde Allah’ın sadece hayatı değil, ölümü de iyi işler için bir fırsat, bir sınav, bir imkân olarak yarattığından bahseder. Mutasavvıflar ölüm konusuyla en çok ilgilenenlerdir. Gazali de hem bir mutasavvıf, hem bir filozof olarak ölüm konusu üzerinde duruyor. Gazali 40 bölümlük İhya’sını, ölüm sonrasını düşünmek konusuyla bitirir. O da bu rivayeti çok kullanıyor, “Sana bir nasihatçi, uyarıcı ve vaiz olarak ölüm yeter”. Hakikaten ölümü hayatımız için yapıcı bir dinamik olarak anlayabiliriz.
Tabi çok kötümser düşünenler de var. Yunan tarihçisi Herodot, bir sözünde, batı Trakya halkları arasında bir kısım insanların çocukları doğduğunda çevresinde toplanıp ağladıklarını, öldüğünde de sevinç törenleri yaptıklarından bahseder. Milattan önceki dönemler, Trakya bölgesi hakikaten şiddetin, terörün, tiranlığın, açlıkların, baskıların kol gezdiği ölümlerin bol olduğu bir devirdir. Onun için Batı Trakya halkı bu çileden dolayı çocukları olduğunda ağlarlar ve bu çileden kurtulup ölünce de sevinirlermiş. Bu kötümser düşünce daha çok batıdaki aydınlanma sonrası düşünürlerde yoğunlukla bulunuyor. Mesela bunlardan birisi meşhur Alman filozof Schopenhauer’dır. Bazı kötümser filozoflar ve varoluşçular bütünüyle ölümü ve hayatı, büyük bir yıkım, kötülük olarak görüyorlar ve “aslında ölüm de kötüdür ama en azından bizi böyle bir yıkımdan kurtardığı ve rahata kavuşturduğu için iyidir”, diyorlar. Alman egzistansiyalist Heidegger, Jean Paul Sartre gibi filozoflar “hayat, “hiç”liğin bitmez tükenmezliğinde açıklanması imkânsız ve saçma bir parantezdir”, diyorlar. Yani hayat, varlık dediğimiz aslında özünde bir “hiç”liktir, biz de bir “hiç”lik içinde yaşıyoruz, diye düşünüyorlar. Nietzsche’ de öyle düşünür.
İlginçtir, cahiliye arapları da büyük çoğunlukla böyle düşünürlerdi ve korkunç bir kötümserlik vardı. Onun için çok kadercidirler. Tabi bunun sebebi biraz sonra da bahsedeceğim büyük çilelerdir, büyük acılardır.
Batı dünyası için özellikle Birinci ve İkinci Dünya savaşı bir felakettir. Birinci Dünya savaşında on küsur milyon insan öldü, öldürüldü. İkinci Dünya savaşında yetmiş üç milyon insan öldü dolayısıyla bu büyük acılar aynı zamanda böyle travmatik fikirleri de ortaya çıkardı. Cahiliye dönemi de böyle kabilelerin sürekli savaş halinde olduğu bir dönemdir. İbn-i Haldun, “her cahiliye Arabı silahını sürekli yanında taşımak ve sürekli tetikte olmak zorundadır” diyor. Çünkü her an bir baskına uğrayabilir, her an çadırları talan edilebilir, her an kadınları kızları, çocukları avlanıp köle, cariye yapılabilir. Böyle bir travmatik yaşama içerisinde insanlar, hayatı da ölümü de farklı okuyabiliyorlar.
Kur’an da “ bizi var eden de yok eden de dehr dir/ zamandır” diye ayet vardır. Dehr, varoluşçuların bir kaos, “hiç”lik, karanlık dedikleri şeydir. Zaman içinde hayatımız şöyle bir gelir, geçer diyorlar. Cahiliye Arapları da böyle bir felsefenin sahibiydi. Ama Kur’an-ı Kerim, “onların bu konuda hiçbir bilgileri yoktur, sadece kuruntularını dile getiriyorlar” diyor. Hayat bir “hiçlik” değildir, varlık anlamsız değildir. Allah abesle iştigal etmez, Allah bir şeyi yaptıysa; dünyayı, insanı, hayatı yarattıysa bu anlamlıdır ve değerlidir. İslam Felsefesine hâkim olan düşünceye göre; “varlık hayır, yokluk şer”dir. Onun için insan hep “hayır” ister. Allah insanın yok olacağından bahsetmiyor, başka bir hayatı yaşayacağından bahsediyor. Allah anlamsızlıkla, “hiç”likle uğraşmaz, Allah’ın fiili her zaman “hayır”dır.
Cahiliye dönemi farklı düşünüyor tabi, Hz. Peygamberin düşmanlarının elebaşlarından Haris b. Kays, “Muhammed ölümden sonra dirilmeden söz ederek, kendini ve adamlarını kandırıyor. Yemin ederim ki, bizi yalnızca dehr, sonsuz zaman denizi, akıp giden günler ve olaylar bitirmektedir”, diyor. Buna karşılık, “Arzularını tanrı yerine koyan, yani keyfi konuşan, kuruntularının kölesi olan adamı gördün mü”, diye Kur’an cevap veriyor.
Aynı şey modern dönemin meşhur filozoflarından Jean Paul Sartre’da da var. İkinci Dünya savaşından hemen sonra diyor ki, “yetmiş üç milyon insan öldü ama bu savaşın suçlusu bu insanlar değildi, bedelini niye bunlar ödedi”. Şimdi Suriye’yi düşünün, bu insanların bu olup bitenlerde hiçbir günahı yok. Bu anlamsızlığı boşuna söylemiyorlar ama bu “hiç”liğin içinde boğulmak sorun. Jean Paul Sartre’ın sorunu da burada, cahiliye Arabı’nın sorunu da burada. Jean Paul diyor ki, “biz bu dünyada asılma gününü bekleyen, cezaevindeki arkadaşlarından her gün birinin öldüğünü gören bir idam hükümlüsü durumundayız”. Bu dünya sanki idam mahkûmlarının doldurulduğu bir hapishane, sırası gelen asılıyormuş gibi bir yaklaşımla hepimiz idam mahkûmlarıyız diye düşünüyor. Öte yandan “Ölüm, bütün planlarımı altüst eden bir rastlantının işe karışmasıdır. Mutlaka karşılaşacağım bir rastlantıdan ibarettir” diye düşünenler var.
Roma filozoflarından Lükretius, “ölümden niye korkacağım, ben varken o yok, o varken de ben yok olacağım. Nasıl olsa onunla hiç karşılaşmayacağım, onun için korkmama gerek yok” diye düşünüyor. Jean Paul Sartre’da öyle diyor aslında, “ben doğdum ve öleceğim fakat bu olaydan ne birini, ne ötekisini bilirim çünkü ikisinde de yokum”. İki filozof arasında 2600 sene olmasına rağmen benzer görüşlerde birleşiyorlar. Dinden kopunca ölüm hakkındaki kanaatlerin de benzeşiyor olması ilginçtir.
Bu kötümserliğin sebebi aslında Roma döneminde, Grek döneminde yaşanan büyük travmalardır. Cahiliye döneminin, modern dönemin yaşadığı travmalar da böyle fikirler ortaya çıkarıyor. Modern düşünürler sayısız insanın savaşlarda ölmesini anlamlandıramıyorlar. Nietzsche, “İyi Ve Kötünün Üstünde” isimli bir kitabında ahlakı inkâr ediyor. Heinz Heimsoeth “Ahlak Denen Bilmece” kitabında, “aslında Nietzsche’nin kötümserliği Hristiyanlık yüzünden oldu. Onun isyan ettiği şey ahlakın kendisi değil. Nietzsche’nin derdi kutsallar adına bu dünyada büyük kötülüklerin işlenmesidir” diyor. Yani şu anda insanoğlunun ahlak diye inandığı şeyleri reddediyor, ahlakın kendisini reddetmiyor Nietzsche. Genelde kötümserlerin düşüncelerinin altında böyle bir sebep yatıyor. Suçsuz insanların öldürülmesi isyan fikrini ortaya çıkarıyor. 60’larda hippiler vardı bu gençlerin çoğu varlıklı, zengin insanlardı ve bunların akıl hocalarından bir tanesi de Sartre’dir. Bu hippiler, sizin yaşadığınız şu hayatın içinde olmak istemiyoruz, ondan nefret ediyoruz diyorlar. Ahlaki yargılara düzene uymuyor, anarşi çıkarıyorlar. Anarşizmin esas anlamı; haksızlık üreten mevcut kurallara karşı isyan demektir. Marksizm bir anarşizmdir, Marx’ın kendisi de bir anarşisttir. Neden, çünkü “bu vahşi kapitalizmin bütün yapıp ettiklerine isyan ediyorum” diyor. Bernart Russel, “Marx Muhammedi tanısaydı, bu kadar asi, bu kadar yıkıcı fikirlere sahip olmazdı”, diyor.
Fransız yazar Ferdinand “Gecenin Derinliğine Yolculuk” isimli kitabında “biz sivillerin üzerine kapıyı kapattılar, fareler gibi kapana girdik”, diye yazıyor. Onu okuduğumda bu günkü Irak ve diğer İslam ülkelerinde olan şeyleri hatırlıyorum. İslam dünyasının yaşadıklarını onlar 70, 80 sene önce yaşamışlar. Peygamberin verdiği işaretlerle İnşallah İslam dünyası bu kargaşayı atlatır. Batı’nın kendinden olmayana karşıtlık geliştirmesi, çatışması çok derin. Durum medeniyetler çatışması denen yere doğru gidiyor. İslam dünyasında zaman zaman anlaşmazlıklar olsa da öyle büyük çatışmalar olmadı. Hz. Peygamber geldi, büyük kaos dönemine son verdi, “müminler kardeştir” dedi, işi bitirdi. 10 sene gibi kısa bir süre içinde bütün Arap yarımadası Müslüman olmuştu. Hele orta Arabistan hicaz bölgesi, tarihinde hiç devlet görmemiş olan Araplar ilk defa bir bayrak altında toplandı ve bir devlet oldu. “Bir “hiç”lik içinde değiliz”, dedi Peygamber. Evet, acılar var ama onları aşabiliriz, evet yoksulluk var ama onlara son verebiliriz, kabile savaşlarını bitirebiliriz. Yeter ki, “inanın” dedi. Ve insanlar gerçekten de savaşmadan olabileceğini gördüler. Bu muhteşem bir şeydi. İnsanlar öyle açlık çekiyor ki herkesin gözü önünde açlıktan ölmemek için onurlu insanlar gidip çölde çadır kuruyor. Evet, bunlar var ama bütün bunları aşabiliriz, gelin beraber olalım bütün bu acılara karşı birlikte mücadele edelim dedi ve birlikte mücadele ettiler, birlikte başardılar. İslam’ın cazibesi oradan gelir. Binlerce yıllık tarihinde ilk defa devlet gören bir toplumun elbette sancıları olacaktır. Emevi idaresinde böyle bir sancı dönemi yaşandı, Abbasî dönemi başladı ve İslam dünyasının kendi içindeki çatışmalar minimuma indirildi. Elbette insanın olduğu her yerde çatışmalar oldu, oluyor ve olacaktır. Ama Batı’da olduğu gibi Otuzyıl Savaşları, Yüzyıl Savaşları gibi sürekli savaş Müslümanların kendi aralarında olmadı.
İngiliz yazar Charles Diçkens’ın 1700’li yıllarda yazdığı “İki Şehrin Hikâyesi”, o dönem Fransız ihtilali öncesi Londra’da ve Paris’te nasıl bir yokluk, sefalet, kıtlık yaşandığını anlatıyor. Fransız ihtilali bu acıların ortaya çıkardığı bir büyük isyandır. Ama isyandan sonra yine acılar, kıyımlar, yağmalar var. Böyle bir tarihin içinden geldikleri için kötümser düşünüyorlar. Tabi bunların hiçbiri ölümü açıklayamıyor.
İyimser düşüncelere gelince, asıl soru şu; bu haksızlıklar öylece kalacak mı? Yaptığı yanına kar mı kalacak? Eğer kalacaksa; hayat da, ölüm de saçmadır. Kimsenin yanına kalmayacaksa nasıl olacak? İşte felsefe de din de burada devreye giriyor. Ölümü akli bir zemine oturtmaya çalışıyor ama bunu akılla açıklayamıyoruz. Batı düşüncesinde Kant bunu kendince açıklıyor ama o da eleştiriliyor. Şu ana kadar anlattıklarımın hepsinde bir kelime ortaya çıkıyor o da adalet. Adaletsiz bir dünyada yaşıyoruz. Milyonlarca insan ölüyor, hiç biri olup bitenlerin suçlusu değil. Evrensel, mutlak, bütün mazlumların hakkını alacağı, bütün zalimlerin yaptıklarının bedelini ödeyeceği bir adalete ihtiyacımız var. Onu bu dünyada gerçekleştiremiyoruz. Bu konuda herkesin ittifakı var. En eski Grek Filozoflarından bu güne kadar ki bütün filozoflara ve hatta bütün ilahi kitaplara bakınız bu böyledir. Vahiy, bütün bu haksızlıkların ortadan kalkacağı adil bir evren kurulacak diyor, ahiret de budur aslında. Bu konuyu inceleyen, başka filozoflar da vardır ama daha çok tabiatçılar konuyla ilgileniyor. Gördüğümüz, bildiğimiz en eski ve ölüm, varlık, etik, ahlak üzerine en büyük filozof olarak bilinen Sokrat, onu da anlatan öğrencisi Platon, onlardan itibaren bütün insanlar derin düşünce sahipleri hepsi demişler ki adil bir evren, bütün haksızlıkların ortadan kaldırılacağı bir âlem, ölüm sonrasında olacaktır.
Kant diyor ki;
- Biz bu dünyada adaletin tam olarak tesis edildiğini göremiyoruz ve göremeyeceğiz.
- Bilgi üreten aklımız, o din konularına karışmaz, vicdan dediğimiz pratik aklımız adaletin olması gerektiğini buyuruyor, emrediyor, böyle bir hüküm dikte ediyor bize. Haksızlıklar bir şekilde telafi edilmelidir. İyi olan ama acı ve zulüm çeken insan, bir şekilde iyiliğinin karşılığı olan mutluluğu elde etmelidir. Ve tabi mutsuzluğu hak edenler de mutsuzluğu yaşamalıdır. Bunlar bu dünyada gerçekleşmediğine göre yeni bir dünya olmalıdır. Yani insanoğlu ölümsüz olmalıdır. Ölümden sonraki hayat, doğal şartlarda imkânsızdır. Bu imkânsızlığı imkân haline getirecek olan bir güç olmalıdır. O da Allah’tır. Böyle bir çıkarsama ile Ahlak yoluyla Allah’ın varlığının ispat edildiği düşünülüyor. Demek ki, ruh ölümsüz olmalıdır. Ruh ölümsüz olunca başka bir dünya olmalıdır, teorik aklımızın kavrayamadığı ruhun ölümsüzlüğünü ve ahiret hayatını gerçekleştirecek de bir güç olmalıdır. Bütün hiçlikleri, bütün kötümserlikleri aşmak, Allah’a iman etmek ve adaletin sağlanacağı inancıyla mümkün olur.
Karamazov Kardeşler romanında yazar kahramanları vasıtasıyla bir ahlak tartışması yapar; tanrı yoksa her şey mubahtır der. Yani, bir insan Allah’a inanmıyorsa artık o insanın iyilikten, kötülükten bahsetmesi mümkün değildir. Çünkü iyilik, kötülük denilen şey deneysel alana ait değildir. Yani bilim bize iyiyi kötüyü göstermez, bilimin işi deney ve gözlemdir. Mesela, bilim ötenazinin iyi olduğunu da, kötü olduğunu da söyleyemez. Bilim, fişi çekersen ölür der, o kadar. Fişi çekip öldürmenin ahlaki mi, gayri ahlaki mi olduğunu söyleyemez; söylediği anda artık o bilim olmaz. Aynı cümleyi Gazali de söyler. İhyanın birinci cildinde “ahiret ilminden bahseden fakih, fakih değildir” diyor. Ahiret ilmi; ahlak, iman, ihlastır. Fıkıhçının fıkıh kitabında bunu bulamazsınız, bu konular varsa artık o fakih değildir diyor. O kelamcının, mutasavvıfın dinin özünü anlatanın işidir, fakihin işi değildir. Fıkıh, modern pozitif bilimdir, niye çünkü bizim dünyevi işlerimizin hükümleriyle ilgilenir. Uhrevi işlerimiz ayrı bir alandır. Dolayısıyla fakih ahiret ilminden bahsedemez diyor.
Montgomery Watt’ın, Muhammed el Mekke isimli kitabında; “Fıkıh din ilmi mi der dururlar, hâlbuki din ilmi falan değildir” diyor.
Şehristani, El-Milel ven’Nihal’de müşrikler aslında Allah’ı inkâr etmiyorlardı, putları Allah’a yaklaştırmada aracı kılıyorlardı, diyor. Onların reddettikleri şeyler vahiy/ peygamberlik ve ahiretti. Çünkü ahiret yani hesap verecek olma duygusu onları rahatsız ediyordu. “İcat çıkardı Muhammed, fakirleri etrafında topluyor” diyorlar. Ayetlerde Cenab-ı Hak, “ sakın onlar istedi diye fakirleri yanından uzaklaştırma” diyor. Yevmiddin, Ahiret günü kıyamet günü demektir. Ahireti inkâr eden o küstah, Cahiliye Arabını gördün mü, ne yapıyor? Yetimi incitiyor, azarlıyor, yoksulları, çaresizleri kendi hallerine terk ediyor, bir araya gelip de onların dertlerine deva olmuyorlar diye kınıyor ayetler. Kuranı Kerim’in ilk meselesi Allah’ın varlığına iman ve Allah’a ibadete insanları teşvik etmektir. Maverdi diyor ki, “aç insanın dindarlığı olmaz”. Çok güzel sözdür. Peygamberin meşhur bir sözü, “fakirlik, neredeyse dinsizliktir”. Fakirlik insana her türlü kötülüğü yaptırır. Peygamber önce bu temel insani sorunla, özgürlüklerle, haksızlıklarla ilgilendi. Bunlar hep ilk surelerin konularıdır.
Peygamberin etrafında ilk toplananlar, yoksullar, kadınlar, statüsü yüksek Arapların gençleri oldu. Tıpkı Batıdaki zengin çocuklarının hippilerin etrafında toplandığı gibi, ezilmiş kesimler gayet doğal bir şekilde toplandı. Zaten bütün devrimler, hareketler ezilmiş kesimlerden başlamıştır. Aslında hayatı ‘hiç’likten kurtaran şey fıtratımıza yerleştirilen adalet duygusudur. Adil bir evren, adil bir düzen arıyoruz ve bu dünyada yakalayamıyoruz. Bundan dolayı ilkel dinler de dâhil bütün dinlerde, ölümsüzlük fikri vardır. Doğu ve Batı mütefekkirleri ve felsefecileri arasında ölüme bakışla ilgili Aydınlanmaya kadar çok derin bir fark yok. Platon, Eflatun Felsefesi aydınlanmaya kadar hem Doğu’yu hem Batı’yı eşit derecede etkilemiştir.
Eflatun, Hint felsefesinden de etkilenerek diyor ki ruh-anima-nefs bu dünyaya gelmek istedi. Dünya aslında bir karanlıktır; bir ‘hiç’liktir, bir zulmettir, bir maddedir diyor. Madde karanlıktır, ruh iyidir. Ruh bu madde dünyasına gelmek istedi. Tanrı da o istediği için tamam gönderiyorum dedi ama yolunu şaşırmasın diye yanına bir rehber verdi. O da akıldır. Akılla birlikte ruh dünyaya geldi ve bu madde dünyasında kirlendi. O bu kirli dünyadan çıkmak, günahların olmadığı dünyaya geri dönmek istedi ama kirlendiği için asıl dünyasına dönemezdi. Bu yüzden kendini bu dünyadan arındırabilenler geri döndüler, arındıramayanlar başka bedenlere geçtiler. Reenkarnasyonla ruhlar bedenden bedene saflaşıncaya kadar dolaşır, ondan sonra ancak kendi âlemlerine geri dönebilirler.
Meselenin özü şu, biz Allah’a aitiz ve yine ona döneceğiz. Madde üstü bir evren var ve biz oraya aitiz. Allah insan bedenini yarattı ve kendi ruhundan üfledi. “Hayat da, ölüm de ‘hiç’liktir” diyor Jean Paul Sartre ve diğerleri. Hayır; hayat da ölüm de anlamlıdır, bir varlık değişimi, dönüşümüdür. Biz ‘hiç’likten gelmedik; Allah bedeni yarattı ve ruhundan üfledi. Sonuç itibarıyla biz yokluktan değil bir şekilde yüce Allah’ın varlık özünden geldik ve yine O’na döneceğiz.
*Ölüme Hayat Vermek Semineri kapsamında Hazar Derneğinde gerçekleştirilen programın özetidir.
Hazırlayan: Şehri Zengin