Mutasavvıfların Ölüm Hakkındaki Görüşleri

Hazırlayan: Yorum yapılmamış Paylaş:

Prof. Dr. Süleyman Derin

11 Mart 2017

Batılıların konuşulmasını hoş karşılamadıkları ölüme, bizde sufiler, Şeb-i aruz diye yaklaşmışlardır. Sufiler; insan esasında bir ruhtur. Her sabah kalkınca “ben bir ruhum ama bedenim de var” der. Beden tasavvufta ikincil ehemmiyete sahiptir. İnsan toprak ve ruhun karışımıdır. Sufilerin bu dünyada en büyük işi tezkiye dediğimiz, ruhtan bedeni olabildiğince arındırmak, bedeni tarafımızı sınırlandırmaktır. Peki, bedeni varlığımız nedir. Bunu İmam Gazali çok güzel açıklıyor, insanın toprak tarafı behimiyettir diyor.

Behimiyet, hayvani yönümüz, cinsel arzular, yeme, içme şehveti, insanın haz olarak yaptığı her şey bizim behimi tarafımızdır. İnsanların en asli özelliği behimiyettir.

Sonra subuiyet, bu da yırtıcılık, vurmak, kırmak, intikam almak, kızınca saldırganlıktır. Bu hepimizin ruhunda vardır diyor İmam Gazali. İnsan doğar doğmaz bebekken süt peşine düşer. Biraz büyüyünce iki üç yaşına gelince, kızmaya, annesine vurmaya başlar,

Biraz daha büyüyünce şeytaniyet oluşur, bu da kandırmak, aldatmak demektir.

Son aşama rububiyettir. Bu da diktatör olmak, tanrı olmak, her şeye hâkimiyet kurmak demektir. İmam Gazali saydığı bu özelliklerin her birimizde biraz var olduğunu söylüyor. Bugün modern kültür bizi tamamen ruhumuzdan arındırıp maddi yönümüze indirgemeye çalışıyor. Fakültede gördüğüm bir gofret reklamı bu durumu güzel açıklıyordu; “Açken sen, sen değilsin” deniliyordu reklamda, ben de soruyorum: “ Peki acaba tok iken sen, sen misin?” Sufilere göre insan açken daha kendisi, yani daha insan oluyor aslında. Çünkü, insan doyunca başkasından müstağni olur, kimseye ihtiyacı olmayınca tanrılaşmaya doğru gider.

Sufiler bu dünyada yaşarken ölmeye çalışıyorlar, bunun aşamalarına da değişik isimler vermeye çalışmışlar. Bununla dünyadayken ölümün mertebelerini anlatmışlardır.

Birincisi beyaz ölüm: Behimiyet demiştik ya biraz önce, yeme içme, şehvet istekleri, Sufi bunu asgariye düşürmeye çalışır. Az yiyerek, az içerek, az konuşarak, hatta evlenmeyip bekâr yaşayarak. Dünya zevklerini olabildiğince aza indirgediği için biz buna “beyaz ölüm” diyoruz. Sebebi de şu, aç olunca insanın yüzü nurlanır, midedeki boşluk yüze bir aydınlık olarak yansır. Tabi yine abdestin namazın verdiği diğer etkiler de vardır. Sufi zaten yiyip içmediği için ölüyor. Tasavvuf insanın bedeni tarafını bu dünyada öldürmeye çalışıyor. İstiyorsunuz yemiyorsunuz, zevklerinize önem vermiyorsunuz. Bedenin %25 i öldü şu anda, %75 i yaşıyor.

İkincisi kara ölüm: Subuiyet daha çok erkeklerde görülen bir hastalık, intikam almak, mücadele etmek, bu erkeklere verilmiş ki ailesini, ülkesini korusun. İntikam almak çoğu zaman ölüm pahasına da olsa zevkli bir şeydir. Pek çok erkek öleceğini bilse de kan davası güder ve intikam peşinde koşar. Bunun için İmam Gazali diyor ki, düşmana galebe çalmak en büyük zevktir. Gülistan da bir hikâye anlatılır. Adamın birisinin düşmanı var, kölesine beni öldür, hasmımın bahçesine at diyor. Desinler ki hasmım beni öldürmüş, kısas olsun. Kendi hayatını ortaya koyuyor ki karşı tarafa zarar versin. Siyah ölüm denmesinin sebebi budur. İnsan kızınca içinde bir kara duman, bir gadap oluşur, öfkeden yüz kararır, kızarır. İntikamdan vazgeçersek bu tarafımız ölür. Sufiler der ki, ayağınıza basana “kusura

bakmayın, herhalde ayağınızın altına bastım, “ diyeceksin. Şahsi olarak intikam almak, tasavvufta zayıflıktır. İnsan bu intikam tarafını da öldürmelidir.

Üçüncüsü yeşil ölüm: Kılık kıyafete önem vermemektir. Giyeceğinize dikkat etmeyeceksiniz. İnsan temiz ve düzgün giyinmeli ama rengi birbirine uymadı diye bunu problem yapmamalı. Sufiler buna hayatta iken ölmek diyorlar. Iztırari ölüm(mecburi), ihtiyari(tercih) “ölmeden evvel ölünüz.” Bir rivayete göre hadis, bir rivayete göre kelam-ı kibardır. Tekkelerde aba, yün, hırka gibi, yamalı giysiler giyilir. Bizim için yün lüks bir kıyafet olabilir ama işlenmemiş kaba yün insanı rahatsız eder, yakar. O zamanlarda yün giymek ancak zühd sebebi ile olmuştur. Sufi dünyaya, elbiseye, ehemmiyet vermez. Bu da ölümün bir diğer şeklidir.

En son da kırmızı ölüm var: Bu da nefsin her türlü hevasına, şehvani, nefsani arzularına muhalefet etmektir. İnsan istediğini yemez, istediğini giymezse, kızdığı zaman öfkesini yenerse bir bakıma bedeni tarafını öldürmüş olur. Tasavvufun amacı aslında nefsi yok etmek değildir. Bazen bu yanlış anlaşılıyor. Nefsi tamamen kontrol altına almaktır. Padişahın birisi bir sufiye gelir, “dile benden ne dilersen” der. Sufi, “oğlum ben senden ne isteyeyim, benim iki tane kölem var, onlar senin efendindir”, der. Padişah, “bu ülkenin hâkimi benim, benim üzerimde kim efendi olabilir ki,” deyince şeyh; “şehvet ve gadaptır, onlar benim kölem, senin ise efendindir”, der.

Tasavvufta intikamın her türlüsü yasaktır. Sufi önce ev halkına, sonra müridana karşı sabretmelidir. Öfke, nefse karşı yapılan davranışlarda değil, haramlar çiğnendiğinde gösterilmelidir. Ailede haram yasak şeyler yapılıyorsa ben sufiyim, sesimi çıkarmayayım, denilmez.

Tasavvufta hayatta iken uygulanan ölme alıştırması vardır; tefekkür-ü mevt. Her seher vakti kalkılır, evradı yerine getirdikten sonra esas ana evrada geçmeden önce tefekkürü mevt yapılır. Bu tefekkürde son anda kelime-i şehadet getirerek can verdiğinizi, yıkanıp kefenlendiğinizi, tabuta girdiğinizi, kabre girdiğinizi, münker nekire hesap verdiğinizi, sırattan geçtiğinizi düşünürsünüz. Bu tarikatın farzı gibidir. Bir insan bir işi tekrar tekrar yaparsa o işte bir aşinalık kesbeder. Hadislerde tavsiye ediliyor; tefekkürü mevt. “Hazları bıçak gibi kesen ölümü çokça hatırlayın” diyor. Ayette Yahudilere hitaben “Ey Yahudiler, eğer Allah’ın dostu olduğunuzu zannediyorsanız hadi ölümü temenni edin. Elleriyle yaptıklarından dolayı onlar ebediyyen ölümü istemezler,” deniliyor. Bu ayetten yola çıkarak sufiler, her gün ölümü tefekkür eder ve ölüme aşinalık kazanırlar.

Bugün birçok insanımızın ruhu ölmüş, bedeni yaşıyor. Bedeni merkeze alarak her türlü ihtiyacını karşılıyor ve ruhu yokmuş gibi bir yaşam tarzı sürüyor. Bu tür insanlar kalpleri ölü, bedenleri diri insanlardır. Bir de bunların tersine ruhları diri, bedenleri ölü, nefsi için kızmayan, şehvetinin peşinde koşmayan insanlar vardır. Yanlış anlaşılmasın, bu, Allah’ın helal kıldığını kendine haram saymak değildir. Bunu ruhbanlar yapar. Nefsin hoşuna giden her şeyi yasaklarlar. İslamiyet, Allah’ın içimize koyduğu beşeri özelliklerimizi kontrollü bir şekilde kullanmamızı ister. Kontrollü kullanmak bir parça ölüm demektir. Çünkü nefis yemeğin, malın, mülkün, fazlasını ister. Siz bunları sınırladığınız zaman bedeni tarafınız ölmeye başlar. Mevlana’nın ifadesiyle, insanın toprak tarafı toprağı çeker. Nasıl toprak suyu içine çekerse insan da malı içine çeker, vermek istemez. Ruh da sizi göklere çekmek ister. Sufilere göre herkesin kaçtığı ölüm, bir süre sonra özlenen aranan bir hal haline gelir. Ölümden kaçmak maddeci insanların özelliğidir. İnsan elleriyle güzel işler yapınca ölüm sevimli gelmeye başlar. Şeyhin ölüm anı yaklaşınca dervişler hemen zikir halkası kurar, zikir ederler. O ortamda insanın Allah demeden ölmesi çok zordur. Tefekkürü mevtten maksat, kendini hesaba

çekmek, bugün ölebilirdim, yaptıklarımın ne kadarı insanlığa faydalı, ne kadarı zararlı babında nefsi muhasebe etmektir.

Bu konuda en güzel okuyacağımız eser İmam Gazali’nin İhyasıdır. Kitap Tevbe ile başlar, sabır, şükür, rıza, muhabbet en sonda zikrul mevt konusuyla biter. İnsanın kemâlâtı ancak ölümü tefekkür ederek korunabilir. Bu gün maalesef modern hayat ölümü unutturuyor. Osmanlıda mezarlıklar şehrin merkezinde, caminin, tekkenin haziresindedir. Ölümü tefekkür insana enerji verir.

Himmet ve ihtiras denilen iki kavram önemlidir. Himmet; insanın dini sahada yaptığı faaliyetlerdir ki, bu hırsa girmez. Biz buna âlî himmet diyoruz. Sufilerin ümmet ve din adına uzun vadeli planları vardır. Biz de nefsimizle alakalı konularda tul-i emel sahibi olmamalı, dünyevi hedeflerimizi kısa tutmalı, vakitlerimizi dine, İslam’a hizmete ayırmakla geçirmeliyiz. Oturup sadece ölümü düşünmek, beklemek değil ölüme hazırlık yapıp, ona göre yaşamalıyız.

Sufiler ölümü şevmişler. Erzurumî şöyle diyor, “sen bu bala bela deme”. Mevlana Hazretleri “şeb-i aruz” demiş. Sufiler ölüm hazırlıklarına “çeyiz hazırlama” demişler. Öyle yaşıyorsunuz ki her nefesin hakkını veriyorsunuz. Nimetlerden az ve kontrollü istifade etmekle, dünyadan en çok zevk alanlar sufilerdir.

İnsan dünyada şahsi tüketimini, dünya zevklerini ve varlıklara bağlılıklarını ne kadar azaltırsa öbür tarafa gitmesi daha kolay olur. Sufi o kadar ruhunu güçlendiriyor, bedenini de o kadar zayıflatıyor ki öbür tarafa geçmek daha kolay oluyor. Hazırlığımı iyi yaptım diyor, kendine güveniyor. Ölüm hayatın doğal bir sonucu, yeni bir hayatın başlangıcı algısı insanda yerleşince ölüm insanda korkulacak bir şey olmaktan çıkıyor.

Mevlana, “ben maden idim, bitki oldum, bitki iken hayvan oldum, hayvan iken insan oldum, şimdi ölürsem ne gam, melek olacağım”, diyor. Modern hayat insanı tekrar hayvan yapmaya çalışıyor. Hem ilmi olarak hayvandan geldik diyor, hem de yaşam tarzı olarak “ye, iç, keyfine bak”, şeklinde bir yaşam anlayışını yerleştirmeye çalışıyor.

İnsan üzerindekilerin hakkını verdikten sonra vaktinin geri kalanını dini hizmetlere vermelidir. Sufiler hep bunu yapmışlar, vakitlerini zikir, fikir, tezekkür, tefekkürle geçirmişler ve kendilerini insan yetiştirmeye adamışlar, bunun için serhat bölgelerine eğitimciler göndermişlerdir.

Bu dünya sufiler için dar bir zindandır, ölüm, bu zindandan cennete çıkıştır. Cennette yer darlığı yok. Sufilerin ölüme bakışı şeb-i aruzdur. İmam Gazali’ye göre takva ehli insanlar ölümden korkutulur ama sufiler şuttar tariki olan sufiler için ölüm “vuslattır, Allah ile kavuşmadır”, korkulacak bir şey değildir.

Tefekkürü mevtin amacı da ölüm hazırlığı yapmaktır. Tefekkürü mevt ile insanlara karşı kin, nefret, gazap kalmamış, yeme -içme, gezip tozma zevki de asgariye indirilmiş, şehvete ket vurulmuş, bir bakıma ölüme yaklaşılmış oluyor. Fiziki ölümle beraber tam bir vuslat hali ortaya çıkıyor. “ey itminana ermiş nefs, rabbine dön.” Allahu Teâlâ başka makamlardaki nefse bu daveti yapmıyor, nefsi itminan ve kemale ermiş kimseyi kendine davet ediyor.” Sen Allahtan razı olduğun, Allah’ta senden razı olduğu halde bana geri gel.” Biz Allahtan razı isek, Allah ta bizden razıdır. Bir insan hayatından şikâyet etmeyi çıkarmışsa (eşinden, çocuğundan, işinden) rıza makamına ermiş demektir. Tasavvufta buna çok güzel örnekler vardır. Bir dervişi doktora götürmüşler, doktor şikâyetin ne diye sormuş, “şikâyetim yok”, demiş. Doktor hayret etmiş, hastanın refakatçisi demiş ki doktor bey bu zat sufidir,

şikayet etmez ama neren acıyor dersen size doğru bir cevap verir zira bir insanın canının acıdığını söylemesi şikâyet değildir. Şikâyet sizi o hale koyandan yapılır, yani Rabbinizden.

Bu arada zühdün objektif bir ölçüsünü İmam Rabbani de görüyoruz. Ona göre, bir insanın kazancı helalse ve zekâtını veriyorsa hükmen zahit sayılır. Müslüman her zaman dengeyi korumalı, iyi yiyip, iyi gezmeli ama yeri geldiğinde en kötüsüne razı olmalı. Hayatın acısını tatlısını yaşamalı ve en kötüsüne de hazır olmalı.

Sufiler yemek rabıtası da yapar. Yemek rabıtası; yediğiniz çorbayı buğdayın toprağa düşmesinden, güneşinden, yağmurundan, biçilip hazırlayıp sofraya gelinceye kadar her türlü aşamasını tefekkür edip, nimetin büyüklüğünü düşünüp şükretmektir. Bir damla balı yapmak için kaç bin arı, kaç bin kilometre yol yaparak emek verdi. İnsan önüne gelen yemeği böyle düşündüğü zaman nimete nankör olması mümkün değildir. Sufiler önüne gelen çorbaya “ben bu çorbaya layık mıyım” der. Modern insan “bu çorba bana layık mı” diye soruyor. Nefsimiz ölmediği için bugün beklentilerimiz çok fazlalaştı. Hiçbir şeyden razı olmuyoruz, imkânlarımız arttıkça da mutsuz oluyoruz.

Tasavvufun amacı şeriatı yaşamaktır. Öfkeyi kontrol etmek, elindekine razı olmak, cömertlik, paylaşım gibi özellikler sufilerde vardır. Sufilerin hepsinin geçimini sağladığı işi olmalıdır. Tekkelerdeki terbiye geçici bir süre içindir. Üç ay en fazla üç sene tekkelerde eğitim alırsınız sonra günlük hayatınıza geri dönersiniz. Sufiler gerçek hayatta doğru, dürüst olmalı, hayatın içinde menfaatine ters olan şeylere kızmamalıdır. Aylak Sufiler de var, özellikle Hindistan bölgesinde, tabi kültür etkili bu duruma. Tasavvufun amacı malı terk etmek değildir, kalpten mal sevgisini çıkarmaktır. Tekkelerdeki aşırı züht tekkeden çıkıp toplum hayatına çıkınca kalmaması normaldir, zira dünya malı manevi terbiye görmemiş insana zararlıdır. Kemale erince maddi imkanlar insana hizmet eder, insan onlara değil. İnsanın her ortamda İslami bir hayat tarzı yaşaması gerekir. İnsan zengin de olabilir ama gönlünü mala bağlamamalıdır. Para kasanda olsun, gönlünde olmasın kaidesi unutulmamalıdır. Bir kısım sufiler para ne gönlünde olsun, ne kasanda olsun derler. O da ayrı bir tercih konusudur. Dünya malının hepsinden geçenlerin rehberi ve örneği Ebubekir efendimizdir. Yarısını verip yarısını vermeyenlerin örneği, Hz Ömer’dir. Allah için zengin olup Allah için verenlerin örneği Hz Osman’dır. Dünyadan tamamen yüz çevirenlerin örneği Hz Ali’dir.

Tasavvufta öncelikle sağlam bir şeriat eğitimi gereklidir. Teslimiyet dinin özünde vardır. Allaha, peygambere, âlimlere teslim olunması tavsiye edilmiştir. Şeyhe bağlılık tasavvufta önemlidir. Kişi iradesini caiz konularda şeyhine teslim eder, haram olan işlerde teslimiyet olmaz. Aşırı teslimiyet de şahsiyeti yok edebilir. Teslimiyet konusunda sınırlarımız olmalıdır. Diğer tarafta teslim olmayan aklına aşırı güvenen kimseler de vardır. İstikamet için dengedir diyor İmam Gazali. Dengeyi kaybettiğiniz zaman dünyanın en iyi işini de yapsanız zarar edersiniz. Biraz daha fazlasını isterken insan istikametten sapabilir.

Ulema ile sufi birbirini dengelemelidir. Ne sufi haklı, ne kelamcılar haklı. İkisi birlikte haklı olmalıdır. Sufilerden bazıları her şey keramettir diyor, diğerleri de keramet yoktur diyor. İslam, iman ve ihsan birbirinden ayrılmamalıdır. İmam ibn Malik şöyle der: “Kim tasavvufa girer de ilim öğrenmezse zındık olur. Kim fıkıh öğrenir tasavvuf öğrenmezse fasık olur. Kim ikisini birleştirirse muhakkik olur.”

Sufilerin ilme yaklaşması, âlimlerin de biraz maneviyata yaklaşması tezkiye olması gereklidir.

Önceki Yazı

SERİ PROGRAM: Ölüme Hayat Vermek

Sonraki Yazı

İstanbul Üniversitesi Öğrencileriyle Buluştuk

Bunlar da ilginizi çekebilir

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir