Musibet ve Felaket

Hazırlayan: Yorum yapılmamış Paylaş:

Dr. Senai DEMİRCİ

1999 yılında yaşadığımız depremin ardından Dr. Senai beyle yaptığımız programın özetini aşağıda istifadelerinize sunuyoruz:

“Allah bu kainatı yaratırken, içerisinde anlamlı duruşları olan varlıklar olarak da bizleri yaratmıştır. O halde herkes kainatı Allah’ la birlikte düşünmeli ve içerisinde olan her olayı O’ndan bağımsız olarak anlamlandırmaktan kaçınmalıdır.

Semantik (anlamlandırma) konusu, hassasiyet göstermemiz gereken konulardan birisidir. Çünkü kullandığımız dilin altında çok şey saklıdır.

Depremle ilgili olarak çok sık kullandığımız tabirlerden birisi olan felaket bu manada üzerinde önemle durulması gereken bir kelimedir. Depremin felaket tabirini haketmediği kanaatindeyim, o nedenle bu kelimeyi düzelterek başlayalım.

‘Biz sahipsiziz, bu yeryüzünde kazara bulunuyoruz, hayata öylesine başlamışız, gideceğiz ve kimse bize hesap sormayacak, burada bulunuşumuzun da bir maksadı yok. Bir şeyler oldu, başımıza umulmadık ve bizim kontrolümüz dışında bir şeyler geldi ve adını felaket koyduk.’ Bu bakışta ne anlam ne kasıt ne de hikmet vardır. Felaket denilecekse bu kelimenin kendisi felakettir.

Şu anda felaket yok, en azından burada felaket tabirini doğrulayacak bir yaklaşım bir durum yok.

Kur’an’da aleyhimize, olumsuzmuş gibi görünen, bilemediğimiz, kötü zannedilen olaylar için “musibet” tabiri kullanılır. Musibet tabirini içeren ayetler, “Size bir musibet isabet ettiğinde…” diye başlar. İsabet eden musibette ise hikmet ve hemen her yerde görülebilecek özellikte şefkat vardır, bu yüzden önemlidir. Başımıza gelen musibeti hemen anlayamasak da bir hikmeti, bir anlamı var, ardından gelecek bir güzellik var. Musibet, anlamlandırarak okumayı gerektirir, felakette ise okuma yoktur. O nedenle felaket tabirini aşıp musibete dönmemiz gerekiyor. Musibette başıboşluk, anlamsızlık yerine bize bir hitap vardır. Farkında olmadığımız veya unuttuğumuz, başka türlü de belki hatırlayamayacağımız ve anlayamayacağımız bir hakikat bize hatırlatılmaktadır. Bize insan olarak değer verilmiş, muhatap alınmışız. Böyle düşününce hem yaranız kapanıyor, hem de musibet belki hiçe iniyor. Neden, niye gibi anlamsız sorgulamalarla musibetin sıkıntısını ikileştirmek değil neredeyse yüz misline çıkarıyoruz. Biz olumsuz da görsek Allah merhametiyle, şefkatiyle, hikmetiyle, kudret dairesinde geliyor, bizi terbiye etmek istiyor ve bizim için hayırlı olanın o olduğunu biliyor.

Teslim eylemi musibetle başlıyor, teslim olunca da musibet menfi yönde tesir etmiyor.
Fay hattı, zemin, müteahhit, devlet, sütunlar, taş, toprak, deniz, demir, rasathane vs. işte modern dinin gerekleri ve okuma tarzı. Modern dine göre bunlara tevekkül etmek gerekir, bu çok tanrılı bir dindir. Demirin kalınından, çimentonun kalitesinden kendimize bir tevekkül kulesi kuruyoruz ve hep çıkara koşuyoruz fakat Allah’ın kudretine koşan yok, kaçınmamız gereken şeylerden kaçmayıp kutsuyoruz. Buraya kadar söylediklerimden alınacak tedbirlerin önemsiz olduğu anlaşılmasın.

Nasıl ki bir mucize karşısında insanlar ikiye bölünmüşse bu olağanüstü durum karşısında da insanlar ikiye bölünmüştür. ‘Tevekkülümüzü arttıracağız, Allah yeryüzünün sahibi, O’ ndan izinsiz yaprak kımıldamaz, hak ile hükmeden O’ dur, O her alanımızda vekildir’ mi diyeceğiz, yoksa onun yerine profan (din dışı) bir kule mi kuracağız?

Burada ayrışma başlıyor, burada dinler çarpışıyor.. Sanki kasıtlı olarak “Bunun Allah’ la alakası yok, bu doğal bir olay deniyor. ” Peki bana doğal olmayan bir olay söyleyebilir misiniz? Ayrıca doğal olanın Allah’la alakası olmadığını söyleyebilir misiniz ?  “Doğal olan bir şeyin Allah’ la alakası yoktur.” demek ciddi bir patalojik durumu ortaya koyuyor.

Deprem, nihayet tıpkı bir yağmur gibi kainatın düzeni içinde anlamlı bir olaydır, o da “Sünnetullah” a dahildir. Bu yeryüzü kabuğu sürekli nefes alıp verir, sabit değildir ve bu anlamda beklenen bir şeydir. Ama her şeyde olduğu gibi burada da özel bir ikaz vardır. Hayatlarımızın kırıldığını, bölündüğünü gördük. Bu fırsatı kaçırmamamız ve bunun için de Hz. Yunus’ un ardına düşmemiz gerekir.

Hz. Yunus, enkaz altında kalmış bir peygamberdir. Üstelik O’ nun enkazı bizimkine benzemiyor, çünkü O’nu balık yutmuş ve buna rağmen Yunus’ un duası şu: “Lailahe illa ente subhaneke inni küntü minezzalimin.” Hz. Yunus’ un hiç beklemediği, ummadığı ve aleyhine gibi görünen bu olay, bu musibet karşısında takındığı tavır üç basamaklıdır. Bunu modern yaklaşım ile kıyaslamamız gerekir.

Önce; “Sen’ den başka ilah yoktur, bunu ancak Sen yaptın.” diyor. Biz ne diyoruz? “müteahhitler iyi çalışmadı, devlet yetişemedi, zemin kötüydü vs.” Yani Allah’ dan başka bütün sebepler aklımıza geliyor, çünkü modern refleks ısrarla; “Hayır O yapmadı, O’ nun alakası yok.” diyor ve dedirtiyor. Yunus (a.s.)’ a dönüyoruz. Olay olumsuz, kötü, aleyhinde gibi görünürken: “Sen Sübhanımsın, Seni kusurdan, eksiklikten, adaletsizlikten, zulüm yapmaktan tenzih ediyorum ve seni tesbih ediyorum. Yaptıkların adaletin gereğidir” diyor. biz modernlerin ise aklına O’ nu tesbih ve tenzih etmek gelmediği gibi; “bize zulmetmiş olmayasın?” diyoruz.

İnsanlar Allah’ı ve Azrail adlı meleği ancak olumsuz olay olunca akıllarına getiriyorlar. İnsanoğlu, Allah’ın zulmettiğini düşünüyor ve hatırlıyor. Yunus (a.s.) ise tam tersine önce Allah’ı hatırlıyor sonra “Sen zulmetmedin” diyor. Belki olumsuz yön var çünkü musibet aleyhte gibi gözüküyor, sorun nerede?

Yunus(a.s.)’ın ardında sözünü dinlemeyen bir kavim var. En doğru hakikati almamış, kulak tıkamışlar, Yunus(a.s.) da onlara küsmüş ve kavmini terketmişti. Kendi tavrını da göz önünde bulundurarak diyor ki: ” Şüphesiz ben zalimlerden oldum, benim burada üzüntüm olmalı.” İşte korunma bu.

Fakat modern din, bize önce Allah’dan başka her şeyi ilah edinmeyi, ardından ancak zulmettiğini zannettiğimizde Allah’ı hatırlamayı ve sonra da “Bunu hak etmemiştik, bizim ne suçumuz vardı? Şüphesiz biz masumlardanız” diye serzenişi öğretiyor. Şu an herkes kendi masumiyetini ilan etmeye çalışıyor.

Esma-ül Hüsna’ nın belli bir sıralanışı vardır. Son dördüncü sıradan itibaren Kahhar, Cebbar, Gaffar ve en son Fettah ismi gelir. Şimdi bu sıralamanın yaşanacağına, izleneceğine inanıyorum. Çünkü kahrı gördüm o gece ve sonraki gecelerde. Şu an Cebbar isminin tezahürünü, cebri görüyorum. Güzellikle, lütufla, ikazla, dersle, ihsanla, nezaketle bizden istenen şeyleri Rabbimiz şimdi cebriyle yaptırıyor. Mesela her akşam yatarken “sabaha çıkabilir miyiz?” diye yatıyoruz. Yani önceden yaşamamız, yapmamız gerekeni şimdi cebr ile yapıyoruz. Sonra günahları örten, affeden sıfatıyla Gaffar ismini ve fetheden, darlıktan kurtaran sıfatıyla Fettah ismini yaşayacağımıza inanıyorum.

Evet, yıkılan bir şeyler oldu bu bizim tercihimiz değildi, bir başkasının tercihiydi bunu biliyoruz. Yaramızdan Gül-ü Muhammed yetiştirmemiz, bu çektiğimiz sancıdan Hz. Meryem gibi bir İsa doğurmamız gerekiyor.”

Not: Programın özeti deşifre üzerinden hazırlanmıştır.

Hazırlayan: Dilek Karataş

Önceki Yazı

Haccın Mana ve Ehemmiyeti

Sonraki Yazı

Kur’an’a ve İncil’e Göre Hz. İsa ve Evangelistler

Bunlar da ilginizi çekebilir

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir