Modernleşme ve Sosyolojik Düşünmek

Hazırlayan: 1 Yorum Paylaş:

Doç. Dr. Ferhat KENTEL

20 Aralık 2008

Hazar Derneği Sosyoloji Günleri’ nin ilk haftası olan 20 Aralık 2008 tarihinde Bilgi Üniv. Öğr. Üyesi Doç. Dr. Ferhat Kentel ile “Modernleşme ve Sosyolojik Düşünmek” konulu bir seminer gerçekleştirildi.

Seminerden önce okuduğumuz kitaplar aşağıdadır:
1.Zygmunt Bauman, “Sosyolojik düşünmek, Yasa koyucular ve yorumcular” Ayrıntı yay., 1999.
“Giriş: Sosyoloji, ama ne için?”
“Özgürlük ve bağımlılık”
“Biz ve onlar”
“Yabancılar”
“Güç ve seçim”
“Sosyolojik tarzlar ve araçlar”
“Daha fazlası için ek okuma önerileri”
2.Zygmunt Bauman, “Yasa Koyucular ve Yorumcular” Metis yay., 2003.
“Bahçıvanlara Dönüşen Avlak Bekçileri”
“Halkı Eğitmek”
“Yasa Koyucunun Düşüşü”
“Yorumcunun Yükselişi”

Sosyolojik düşünmek, ilk olarak belli bir disiplin içinden düşünmek demek. Bizzat modernleşmenin içinden doğan bir disiplin olarak, doğrudan doğruya modernleşmeyi de sosyolojik düşünmeye bir giriş olarak düşünebiliriz. Yani sosyolojiden bahsederken modernleşmeden bağımsız bir düşünce mümkün değil. Sosyoloji vasıtasıyla modern toplumu anlamaya çalıştık. Aynı zamanda sosyoloj, bir tür modern toplumu anlatan, meşrulaştıran araç oldu. Yani modern düzenin kelimelerini gösteren bilimsel bir dil oldu. Bu anlamda son derece ideolojik bir alandan bahsediyoruz. Ama her sosyolojik olgu gibi sosyolojiyi de tek bir boyuta indirgemek asla mümkün değil. Çünkü, aynı zamanda sosyoloji vasıtasıyla biz moderniteyi eleştirebilme kapasitesi de kazandık. Yada sosyoloji sayesinde modernite kendini sürekli olarak yeniden sorgulamak zorunda. İnsanların direnişi yada düzene uyumunun her ikisini birden sosyoloji vasıtasıyla düşünüyoruz. Yani evet sosyoloji bir iktidar diliydi, belki ideolojik bir araçtı ama aynı zamanda bir direnişin ve sorgulamanın dili de olabilir. Sosyolojiyi nasıl kullandığınıza onunla neleri öne çıkardığınıza bağlı olarak değişebilir.

Sosyolojik düşünmek dediğimiz zaman kafamızda somutlamak için aile örneğinden bahsedelim. Hepimizin, yaşadığımız talih veya talihsizliklere bağlı olarak, mutlu veya mutsuz olabildiğimiz bir yer. İnsan türünün yüzyıllardır hep sahip olduğu bir kurum. Yani insanlar esas olarak aile vasıtasıyla çoğalıyorlar, nesillerini devam ettiriyorlar. İçine doğduğumuz andan itibaren aile kavramını biliyoruz. Bu aileyle birlikte sosyolojik düşünmek denen şeyi de hayal etmeye çalışalım. Bir kadın ve bir erkek düşünelim. Evlenmeyi düşünüyorlar. Her ikisinin de bir aile geçmişi, tecrübesi var. Bu iki insan karşılaştığı zaman bildik bir şeyi yapacaklar, aileyi kuracaklar. Ama iki insan aynı eve girdiği andan itibaren yepyeni bir tecrübe başlıyor onlar için. Aslında bildikleri aileyi yeniden kuruyorlar ama bu, annelerinden, babalarından bildikleri ailenin kopyası olmuyor. Orada yepyeni bir tecrübe yaşanıyor. Çünkü onlar aslında iki yabancı insan. Her ne kadar daha önce birlikte paylaştıkları bir süreç olsa bile bir arada yaşamaya başlandığında yada bilinen bir kurgunun içine girdikten sonra yeni bir anlam kazanıyor. Yani aile kurumu yeniden üretiliyor ama hiçbir zaman aynı şekilde üretilmiyor. Biz anne-babamızdan başka bir tecrübe yaşıyoruz. Demek ki bu aile meselesi basbayağı incelenebilecek bir sosyolojik vakıadır. Aile yoluyla kişiler hem yüzyıllardır süren bir hikayenin devamlılığını gerçekleştiriyor ama aynı zamanda değişimini de sağlıyor. Bunu biraz daha geniş meselelere dayandırmaya başlarsak ki bunu sosyoloji vasıtasıyla yapıyoruz bir düzen ve hareketten bahsetmeye başlıyoruz. Yani öncelikle o aile bizim için düzen demek ve o aile olduğu için toplumda da düzeni hayal edebiliyoruz.

Yüzyıl önceki aile yapısıyla bugünkü aile yapısı farklı,  köydeki ve buradaki aile yapımız farklı. Biri çok daha geniş bir aile, hanenin bir odasında birilerini, diğer odasında başka birilerini hayal edebiliriz. Zaman içinde iş bölümü, göç, kentleşme ve eğitimin devreye girmesiyle ailede insanların oynadığı roller farklılaştığı ölçüde örneğin kadın da çalışmaya başladıkça, toprak gibi faaliyetlerden uzaklaştıkça ailenin geniş olma özelliği yok olmaya başlıyor ve giderek aile anne, baba ve çocuklardan oluşuyor. Bu en azından bir değişim. Ancak başka bir şey daha oluyor. Kadın ve erkeğin yeni kurduğu o kurumun içinde de yenileşme devam ediyor. Annem ev kadınıydı ama onun çocuklarının eşleri çalışıyor. Çalışan kadının aileye getireceği yenilik annemin getireceğinden çok farklı oluyor. Artık kadın para getiriyor, sokaklara çıkıyor, başka insanlarla muhatap oluyor; her halükarda tecrübesi farklılaşıyor. Yani kadın olarak bu kuruma getirdiğiniz katkı artık farklı. Artık uyum denen şey çok daha zor olmaya başlıyor. Yani uyum için fedakârlık gerekiyor. Eskiden neredeyse “kendiliğinden” olurken, bugün ailenin içine kendi kültürel, ekonomik sermayemizi bilgimizi getiriyoruz. O zaman aile dengesi hassas bir yerde duruyor. Her an yeni unsurlar girebilir. Boşanma denen şey çok daha kolay olabilir. Buna rağmen, aile bitiyor mu? Bitmiyor. İnsanlar tekrar evleniyorlar. Ama eskiden 40 yıl birlikte geçirilirken, şimdi 20 yıl birisiyle, 10 yıl başkasıyla, 5 yıl başka birisiyle geçirmek sıradanlaşıyor. Hâlâ bir yerlerde sürse de, artık poligami bir anormallik olarak karşılanıyor ve monogamiyi “normal” olarak yaşıyoruz. Ancak şimdi tek eşlilikler de değişiyor; artık “seri tek eşlilikler” yani boşanıp, tekrar evlenmek sıradan bir olgu olmaya başladı. Ama hayat hiçbir zaman mutlak kopuşlarla oluşan bir şey değil, inanılmaz bir devamlılık içinde. Herhangi bir sınır koymak çok zor. Devamlılığı hissettiğimiz düzen ve değişimi yaşadığımız hareket arasına da keskin bir sınır koymak mümkün değil.

Sosyoloji işte bu durumda devreye giriyor ve tecrübe ettiğimiz pratikleri soyut düzeyde, kavramsal olarak, “düzen” ve “hareket” olarak ele alıyoruz. Artık, ben aile meselesini düşünürken ve aileye ilişkin devamlılık ve değişime ilişkin kelimeleri üretirken örneğin bunu ailenin dışında toplum için de düşünmeye başlayabilirim. Düzen ve hareket kelimesini topluma da uygulayabilirim. Çünkü toplum da bize sürekli olarak bir “aynılık” fikri verse de, hep aynı toplum olarak kalmıyor. Ayrıca gayet basit bir kelime olarak algıladığımız bu toplumun içine dalıp baktığımızda çok daha karmaşık yapılar ve ilişkiler görüyoruz. Türk kimliğine sahip olduğum için bu topluma ait olduğumu düşünüyorum ama Çanakkale’de ya da Diyarbakır’da doğduğumda, Alevi kökenli ya da Sünni kökenli olduğum zaman o topluma getirebileceğim katkı her halükarda farklı olacaktır. Dolayısıyla ben bu düzenin içinde sürekli olarak bir değişim yapıyorum demektir. Çünkü yaptığımız her aktivite bir değişimdir; hiçbir zaman mutlak bir düzen yoktur. Sürekli olarak değiştiriyoruz ancak değiştirdiğimiz şey de bu düzenden bağımsız değil. Ben annemden bir şey öğrenmiştim ama artık benim etrafımda yeni evlilik modelleri var. Yani ben sadece annemden etkilenmiyorum. Başka insanların hareketleri de benim için iyi ya da kötü anlamda referans. Dolayısıyla ben sürekli olarak değişen, çoğalan referanslarla yaşıyorum. Bizi çevreleyen toplum ya da toplumlar da bu referansların kaynağı. Öte yandan, uzaklardaki toplumlara baktıkça, gözümüzde canlanan toplum fikri basitleşiyor ama aynı zamanda müphemleşiyor. Örneğin, Amerika’da bir toplum var ama bize çok fazla değmiyor. Biz Amerika olmadığımızı biliyoruz ama içinde yaşadığımız topluma baktığımızda da Diyarbakırlısıyla, İzmirlisiyle çok net bir toplum tanımlaması yapamıyoruz. “Biz”im, ailemizin, toplumumuzun sınırlarının nerede bittiği oldukça müphem.

Mesela CHP… Kendini “Batılı” tasavvur eden bir parti. Söylemlerine baktığımızda bol miktarda “bizim Cumhuriyetimiz, bizim devletimiz, bizim partimiz” türünden bir jargona sahip ve pratiklerine biraz daha yakından bakıldığında statükoyu savunan bir devlet partisi görünüyor. Sistemi yeniden üretmeye, sürdürmeye koşullanmış yani toplumsal değişimin dışında, düzenle örtüşmüş olan bir parti. Fakat CHP’ye baktığımızda da tek bir yerden yorum yapmak mümkün değil. Evet, CHP, 1920’li yıllardan beri, dili farklılaşsa da aynı çizgiyi tekrar ederek bugüne kadar geldi. Esas olarak devamlılığı temsil ediyor. Her türlü değişim talebini neredeyse yıkıcılık ve bozgunculuk olarak algılıyor. Ama CHP bu kadar basit değil. Çünkü mesela Baykal’ın “çarşaf açılımı”nı düşünelim. Belli ki, yeni bir tecrübenin farkına varıyor. Burada durup, bu yeni tecrübe üzerine düşünelim: şimdiye kadar kullandığımız algılama kalıplarından farklı olarak, artık toplumda kent ve Müslümanlığın birbirlerinden ayrı şeyler olmadığını görüyoruz. Oysa ki, klasik modern algıda kent çağdaş ve batılıdır ve içinde dinin yeri yoktur. Öte yanda köy vardır ki, burada da gelenekler hüküm sürer. Bugün klasik anlamdaki kent-köy, çağdaş alan-çağdaş olmayan alan gibi ayrımlar giderek değerinden kaybediyor. Artık bizzat toplumsal aktörler var. İnsanlar bizzat bu toplumun içinde inanılmaz bir değişim yarattılar. Başka bir toplum kurdular. Artık nasıl aileyi klasik aile formunda düşünemiyorsak, toplumu da düşünemiyoruz. İşte Baykal da bu düzenin bekçisi olan biri olarak, evliliğe hep aynı kalıp içinde bakılamayacağı gibi, topluma da hep aynı şekilde bakılamayacağını en azından mecburen fark ediyor olabilir. Ve biz sosyolojik olarak insanların söylediğini de ciddiye almak zorundayız. Dolayısıyla toplumun değişmesi karşısında, CHP’nin olduğu gibi, düzenin de zaten kendisini dönüştürme zorunluluğu olduğu ve kimsenin, hiçbir kurumun bundan muaf olamayacağı da ortaya çıkıyor.

Sosyoloji kelimesinin doğduğu zamanlara yani 1800’li yıllara gitmeye çalışalım… O dönem sanayi toplumu korkunç bir dinamizmle gelişiyor. Fabrikalar, maden ocakları, ağır sanayi hamleleri, silahlar, trenler, çatal bıçak, kentler…. Kentler yeni insanlarla, işçi siteleriyle doluyor. Eski köylüler yeni işçilere dönüşüyor. Bu insanlar kentteki sanayi üretiminin içine dâhil olmaya çalışıyorlar. Bu hareket, hareketin bizzat kendisi varolan düşünce kalıplarını zorluyor, yeni düşünceyi tahrik ediyor; adını sonradan “sosyoloji” koyduğumuz disiplin, sistem içinde ortaya çıkan gerilimi ve hareketleri anlamaya çalışıyor ve potansiyel bir tehlikeye karşı sürekliliğin – düzenin teorisini kurmaya çalışıyor.

Kente dolan yeni insanları anlamak ve onları tanımlamak gerekiyor; çünkü tanımlamak aynı zamanda denetleyebilmek demek. Bu “yeni” insanlar bir “sınıf” olarak tanımlanıyor, ancak bu sadece sosyologların basit bir kelimesi olarak kalmıyor. Tanımlayanların ve tanımlananların ilişkisi o kelimeyi bir tanım olmaktan çıkarıp, bir gerçeklik kazandırıyor. Bu ilişki içinde tanımlanmış olan kesimlerin farkı “şeyleştiriliyor”, sabitleniyor ve başkalarından ayrılmaya başlıyor. Bu farklılaşma ve şeyleşme sadece sosyologların faaliyeti sonucunda ortaya çıkan bir şey değil. Çeşitli toplumsal aktörlerin sendikacıların, politikacıların, derneklerin aktif  bir şekilde katıldığı ve kullandığı “dayanışma”, “örgüt” gibi kelimeler tüm o karmaşık halleri basitleştiriyor. Bu durumda CHP dediğimiz zaman kafamızda şekillenen imaj acaba sadece bir örgüt, program ve kullanılan söylemler olarak CHP’den mi, yoksa aynı zamanda CHP’lilerden ötürü mü kafamızda şekilleniyor? Muhtemelen ikisi birden… Çünkü bir yandan CHP kelimesi CHP’lileri tanımlıyor, sabitliyor, kimlik veriyor ama aynı zamanda kimlerin CHP’ye oy verdiğine baktığımızda, daha ziyade üst sosyo-ekonomik kategoriden olan kesimler karşımıza çıkıyor. Bu durumda CHP’nin “sosyal demokrasi”, “kemalizm” gibi kullandığı bütün kelimelerin yanısıra, CHP’nin üst sosyal kesimlere hitabeden ya da bu kesimlerin çıkarlarının temsil edildiği bir “sınıf” partisi olarak yeniden inşa edildiğini de görebiliriz. Yakın zamana kadar varolan Refah Partisi ve Fazilet Partisi için de benzer bir durum söz konusuydu. Bu partiler “islami” söylemlerinin yanısıra, gayet net bir şekilde alt sosyo-ekonomik kesimlerin sahiplendiği ve “kendilerinin” yaptığı bir partiydi. AKP ise belli ki bu kesimlerin toplumsal mobilite içinde yükselip başka anlamlar yüklediği bir parti oldu. Çok daha karmaşık toplumsallıklar taşısa da, DTP’ye baktığımız zaman, sınıfsal olarak toplumun dibindeki duyarlılıklarla şekillenen bir parti. Tabii ki, DTP aynı zamanda Kürtlere kimlik veren bir parti. Bu karmaşık hal gözönüne alındığı zaman, yoksulluk halleri ve Kürtlük sembollerinin üzerinde “DTP’lilik” diye bir şey ortaya çıkıyor. Bu kelimenin kendisi bir şey anlatmaya başlıyor; kavram tüm karmaşayı örtüyor. O ürettiğimiz kelime tüm o karmaşık halleri nesneleştirip, şeyleştiriyor.

Bu kavramlar sadece bir karmaşıklığın sabitleştirilmesi anlamına gelmiyor. Öyle kavramlar üretirsiniz ki, bizzat düzenin, şeyleşmiş olanın karşısına dikilirsiniz. “Sömürü” kelimesini kullanırsınız mesela: “burjuvalar işçileri çalıştırarak, onların emeğinin üzerinden artı değer elde ederek yani sömürerek sermayelerine sermaye ekliyorlar” şeklinde bir tespit yapabilirsiniz. Bu kavram ve tanımları kullandığım zaman, burjuvaların söylemlerinden farklı olarak, ben kavramımla genel geçer hâkim dile muhalefet etmeye başlıyorum demektir. Bu kavramın, gerçekliği en geniş ve en doğru anlatan kavram olduğu hakkında hiçbir zaman tam olarak emin olamasak da, o kavramı kullanarak “düzen”in nasıl işlediğini ya da daha mütevazı bir deyişle, düzenin bir yönünü açığa çıkarmış oluyorum. En sıradan kabullerin arkasına geçerek, farklı anlamlar arayarak, sosyolojik düşünmüş oluyorum.

O halde yeniden CHP örneğine dönerek, düzenin içselleştirilmesininde ve ona karşı direnişte “sosyolojik düşünme”yi biraz daha derinleştirebiliriz. Bir yandan, iktidarın ve düzenin dili olarak adlandırılabilecek CHP, aynı zamanda Osmanlı’dan çıkış, “ilerleme”, “yurdu demir ağlarla örme”, başörtülüleri kamusal alandan atma gibi karmaşık ve değişen bir gerçekliği temsil ediyor. “Değişen”; çünkü insanlar “düzen”i temsil eden o partiyle yoğun bir anlam ilişkisi içinde ve bu ilişki o düzene ve partisine sürekli olarak yeni anlamlar yüklüyor. Demek ki, şu veya bu ölçüde güçlü olsa da, düzen değişerek kabul ediliyor ve yeniden üretiliyor.

İnsanlar kendi tecrübeleriyle birlikte kendi kavramlarını, yeni kavramları üretiyorlar. Bu da bize iktidara direnişin, özgürlüğün, düzen karşısında yenilenmenin dinamiğini anlamak için ipuçları veriyor. Düzenin kendi kendini devam ettirebilmesi için bir takım yöntemler var: silah, diktatörlük, şiddet, baskı gibi mesela… Bu, modern toplumun aştığını iddia ettiği bir düzen sağlama biçimi. Modern zamanlarda ise katılım, yurttaşlık gibi kurumlar ve yöntemlerle düzenin sağlandığına dair bir kabul var. Yani modern toplumda en ideal düzen bir diktatörün sağladığı düzen değildir. Vatandaşlar olarak doğrudan biz düzenin bekçisiyiz. Bu bekçiliği, o toplumdaki egemenlik ilişkilerini içselleştirerek yapıyoruz.

Peki bu içselleştirdiğimiz egemenlik ilişkilerinin yer aldığı toplum nasıl bir toplum?Yaşadığımız toplum kapitalist, teknolojik, üretime dayalı, ulus devletle birlikte var olan bir modern toplum. Kapitalist toplum dediğimiz zaman, sınıfsal bir ayrışmadan, üretim araçlarının sahiplerinden, üretici güçlerden yani çalışanlardan bahsediyoruz. Kaba bir ayrımla, toplumdaki hiyerarşi azınlıkta olan zenginler ve çoğunlukta olan fakirler arasında… Ama burada çok dikkat çekici bir özellik var: çoğunlukta olmalarına rağmen fakirler yani altta kalanlar, çalışan sınıflar isyan etmiyor; bütün adaletsizliğine rağmen, düzeni kabul ediyor, içselleştiriyor. Burada içselleştirilen şey ise, var olanın en çıplak, olağan hali değil, yani sosyal adaletsizlik değil; ama toplumdaki bu ilişkilerin kültürel tezahürleri içselleştiriliyor. Yani hâkim olan burjuvazi liberal toplumun, hür teşebbüsün nimetlerini anlatıyor bize. Piyasanın her şeyi regüle ettiğini, malların toplumsal alanda yaygınlaştırılabilirliğini anlatıyor; rasyonel üretimi gerçekleştirirken hür teşebbüs hâkim ideolojinin en önemli referans noktası oluyor. Ancak küçük bir azınlığın doğrudan faaliyet alanı olmasına rağmen, herkes borsayla ilgileniyor; borsanın meşruiyetini sorgulamıyoruz, fakat borsadaki dalgalanmaların bizim alım gücümüze yansımasını pasif bir şekilde izliyoruz. İşte hür teşebbüs ve türevleri tam da bu kapitalist yapının unsurlarını içselleştirmeyi gerektiriyor. Benim hayatım borsaya bağlı olduğu için ben bunu içselleştiriyorum ve borsa böylece kendini yeniden üretiyor.

 

Bu düzen sadece ekonomik bir mantık ve terimleriyle işlemiyor tabii. “Medeniyet” dediğimiz bir kavram söz konusu kapitalizmin hemen yanı başında yürüyor. “Dağdan gelen” ve üretimi yapan adamın, fabrikanın dışına çıktığında ürettiği şeyi dağıtmadan kullanması için o insan ehlileştirilmek zorunda. “Kent insanı” gibi tasavvur edilmek ve kurulmak zorunda. İşte tam burada onu disipline etme süreçleri başlıyor. Burjuvaziyle patronluğu paylaşmadan, kent kültürünü paylaşıyoruz. Ve eğer kent kültürü yeniden üretilirse burjuva olanın patronluğu da yeniden üretilecek. Medeniyeti öğrenmek demek, o dilin sahiplerini güçlendirmek demek. Yani savaşlarla zengin olmuş, bu topraklardan kovulan insanların mallarına el koyarak zengin olmuş birilerinin kendi statükolarını güçlendirmesi için elimizden geleni yapıyoruz. Bugün Türkiye’de sürmekte olan laiklik-dinsellik gibi gerilimler sadece kültürel değil aynı zamanda sınıfsal bir kavganın başka tezahürleri. Hiçbir kavga tek bir boyuta indirgenemez. Çok boyutluluğa, içiçeliğe dair bu tespit, belki sosyolojinin başlangıçtaki her şeyi kategorize eden, tanımlayan safhasından da çıkış demek. Artık hayatın, toplumsal hayatın o kadar net ayrışabilen özelliklere sahip olmadığını görüyoruz. Artık sosyolojik düşünmek tüm karmaşık evreleri aynı anda düşünebilmek ve görebilmek demek. Bu yüzden başörtüsü sadece kültürel bir hikâye değildir, çok daha fazla boyutun içiçeliğidir. Biliyoruz ki, başörtüsü her ne kadar “dinin emri” olduğu genel kabulüyle takılsa da, farklı sosyalizasyon alanlarında takma nedenleri farklı farklıdır. Ama her halükârda, nedenlerimiz ne olursa olsun, başörtüsü takmak bizzat siyasettir. Ancak bu siyaset, kamusal alanda başörtüsüne karşı savaş açanların çok sık dile getirdikleri gibi, başörtünün “siyasal bir sembol” olmasında yatmıyor. Şimdiye kadar anlamaya çalıştığımız ve kültürel ve “medeni” tezahürlerle kendini meşrulaştıran modern toplumda başörtü takarak, inanılmaz siyasi bir iş yapılıyor. Bu aktivitenin kendisi daha ilk düzeyde, bütün reel siyasi söylemlerin dışında, düzeni sorgulamaktır ve özgürlüktür. O zaman sosyoloji bana hiçbir hareketin boşa gitmediğini söylüyor. Atılan her adım sosyolojik olarak düzenin nasıl değiştiğini gösteren bir adım demek oluyor.

Buradan iktidar kavramına geçelim. Foucault’nun yaklaşımını kullanarak bir iktidar tartışması yapalım. Düzeni nasıl kabul ediyoruz demiştik. İlk tipoloji olarak diktatorlük var: kırbaçla uyum sağlamak… Bir de modernlik adı altında yapılan insanların bizzat gönüllü onayını alarak düzeni sağlamak. Birincisi çok daha zayıf. Çünkü bir müddet insanların kafasına vurulur sonra düzeni sağlayanlar azınlıkta olduğu için insanlar patlar, isyan eder. İran İslam Devrimi böyle bir şeydir. Sovyet devrimi, Küba devrimi, hatta Türkiye’deki dinsel-etnik isyanlar da böyledir. Yakın ve buradan bir örnek olduğu için Konya olaylarından bahsedelim. 1930’larda “sağlam kafa sağlam vücutta bulunur” düsturunu yerine getirmek için çok büyük çabalar var. Spor ve gençlik bakanlıkları kuruluyor, 19 Mayıs törenleri, güzellik yarışmaları, beden eğitimi dersleri gibi faaliyetler yaptırılıyor. Tüm Türk halkına spor yaptırılacak. Kitlesel beden eğitimi için Bulgaristan’dan getirilen sopalar Konya’da da insanlara dağıtılıyor; meydanlarda spora başlanıyor zorla. İnsanlar üçüncü gün yeter deyip, o sopalarla öğretmenlere girişiyorlar. Sonra mesele Ankara’ya gidiyor ve bir dezenformasyonla Konya’nın İslami bir şehir olduğu vurgulanıyor. “Gerici” ve “modernleşmeye karşı çıkan” Konya algısı yaratılıyor. Tabii bu olayların ayrıntıları ne kadarı doğrudur tartışılır, ancak baskıyla yapılınca o sopalar size geri dönebiliyor.  Bunu bütün diktatörlüklerde görebiliriz. Ancak biz iktidarı, düzeni, devleti, otoriteyi kendi içimizde taşıyorsak -ki modern düşüncenin murad ettiği tam böyle bir şey- o toplumun kültürel değerleri, çağdaşlık, erkeklik, beden, modern akıl, çağdaş düşünce gibi kavramları öğrenip, içselleştirebiliyorsak, sadece bilişsel davranmıyoruz. Bunlar aynı zamanda bizim duygularımız haline geliyor. Öğrendiğimiz duygularımızla harekete geçen tepkilerimiz var. Modern Cumhuriyet’in performanslarını izlediğimiz zaman, bazen gözümüzden yaşlar geliyor; aynı Cumhuriyet’in sembollerine halel geldiğinde bazen hiddetten kuduruyoruz. Tabii ki bu duygular genetik değil; standart değil. Çünkü düzen değişiyor; aidiyetlerimiz, içselleştirdiklerimiz ve duygularımız sabit değil, değişiyor. Duygularımız toplumun bize gösterdikleriyle şekilleniyor. Şiddeti de böyle öğreniyoruz. Önünüzde biri sürekli kafa kesiyorsa, bu normalleşiyor ve bir süre sonra içiniz acımamaya başlıyor. Demek ki ben zaman içinde başka bir şey öğrenebiliyorum. Bunun anlamı, örneğin 19 Mayıs törenlerinde giydirilen kıyafetlerle güzellik, estetik gibi kavramları da öğrenebiliyorum demektir. Tüm zamanlara dair sabit estetik, sabit değer, sabit duygu diye bir şeyden bahsedemiyoruz. Duygularımız zaman içinde, içinde bulunduğumuz düzene göre değişiyor. Örneğin birisi sermayesini kaybettiği zaman üzülüyoruz. Çünkü kapitalizmde kutsallıkla özdeşleşen mülkiyetin elden çıkmasını kabus olarak görüyoruz. Oysa hayatın sonu gelmiyor sadece şartlar değişiyor.

Yeniden başörtü meselesine ve toplumda nasıl öğrenildiğine gelelim. Daha “nezih”, daha “çağdaş”, daha burjuva olan bir mahalleye başörtülü girildiğinde bir sürü insan tarafından dönüp bakıldığını görmüşsünüzdür. Başörtülü hal, başörtüsüzlük halinin, o çağdaşlık halinin duygularını harekete geçiriyor. Siyasal ideolojik bir gerilimden bahsetmiyorum. Çok daha derin ve inanılmaz bir tepki ortaya çıkıyor. Bu tepki, tam da o düzenin içinde öğrenilmiş olandan kaynaklanıyor. Çünkü modern beden, düzen tarafından ehlileştirilmiş bedendir. Ve kontrol edilmiş, öğretilmiş, bedene yazılmış duygulardan bahsediyoruz. Bizim öğrendiğimiz şey, bir mantık ve akıl yürütmeler sonunda vardığımız bilgiler değil, bizzat duygudur.

Düzenin değerlerini içselleştirerek, bazı duyguları öğrenirken, bazen tam tersine bazı duygularımızı da yitiriyoruz. Mesela engellilere karşı olan davranışlarımız acımak ya da yok saymaktan ibaret. Türkiye’de 7-8 milyon olduğu söylenen sakat insanı sokaklarda göremiyoruz; onları saklıyoruz, utandığımız için; “sağlam kafa sağlam vücutta olur” şiarına uymadıkları için. Yaşadığımız toplumsal düzende soğuk bilgilerin ötesinde gidip, o öznellikleri ve içindeki duyguları konuştuğunuzda bunlar ancak sizin meseleniz olur; başörtülüler, Kürtler gibi sakatlar da sizin meseleniz olur. Sakatlar toplumda tamamen dışlanma yaşıyor çünkü onlarınki “normal” bir beden değil zaten. Dolayısıyla, modern algılarımızda onlar normal iş yapamayan, “faydasız” insanlar. Adam otobüste çarpıp düşürdüğü engelliyi “bu halinle otobüse binmeye utanmıyor musun?” diyerek azarlayabiliyor. Herkesin nasıl ki Kürt, Alevi, başörtülü, Ermeni gibi kimlikleri varsa, ve bir özellikleri nedeniyle ortalamadan farklılaşabiliyorsa, sakatlık da sakatların vücudunun bir parçası, ama sadece bir parçası ve ortalamadan farklı. Ve bu farklı durumlar, benim “anormal” ilan edilip, “normallik” sınırlarına zorla sokulmam için bir gerekçe olamaz. Ben aslında bu farklı hallerimle normalim. İşte tam burada sosyolojinin söylemeye çalıştığı şey var. Sosyoloji dayatılan bir iktidar ilişkisine ya da öğrendiğimiz bir iktidar diline dikkat çekiyor. O dil benimsendiği ölçüde düzen kendini yeniden üretiyor. Ben bu dile karşı “anormalliği” kurarak karşı saldırıya mı geçeceğim yoksa ben kendi içimdeki çoğulluğu anlatarak mı? Çünkü ben sadece Ermeni yahut başörtülü değilim. Ben aynı zamanda bir çok başka şeyim.

İktidar dilinin ideal kalıpları var: modern, çağdaş, iş yapmasını bilen, hür teşebbüsçü, erkekçe tahakkümcü insan. Yani beni ne kadar kendine benzetirse o kadar güçlü bir düzen vardır. Burjuva gibi düşünür hale gelirsem onun ekmeğine yağ sürmüş olacağım. Ama aynı zamanda, bir başörtülü olarak ya da mağdur hale gelmiş herhangi bir kimlik olarak onun gibi konuşursam düzeni yeniden üretmiş olurum. PKK tam böyle bir şey, orduya karşı savaşırken şiddetle karşılık verirken, devletin şiddet dilini de güçlendiriyor. Bunu ordu değil, sokaktaki insan güçlendiriyor. Şiddet bu yüzden çok sıradan bir olgu ve iktidar sadece bir zümrenin elinde değil. Biz iktidar alanının içindeyiz. Biz de ezilenler, mağdurlar olarak iktidar düzenini yeniden üretiyoruz. Böylece düzen sürüyor.

Tabii ki, her toplumda iktidar ilişkilerine karşı bir direniş vardır. Başörtüsü, Kürt meselesi böyle bir şeydir, farklı insan hakları için verilen mücadeleler, Ermenilerden özür dileyen imza kampanyaları böyledir. Bu mücadelelere karşı yürütülen “Sorosculuk”, “Fethullahçılık” gibi suçlamaları kullananlar düzen dilini yeniden üretiyorlar. Yani Genelkurmay değil konuşan, sokaktaki insan aydını suçluyor. O dil basitçe düşmanlarla eğitilmiş ve sosyalize olmuş toplumun İttihat ve Terakki’den beri devam eden dili.

Aslında düzen demek bilgi demek. Bu bilgiyi kim kodlayabiliyorsa o ortalama dilin, uyumun devam etmesini sağlıyor. Bir işçi fabrikaya geldiğinde ona kurallardan bahsedilir ve uymazsa olacaklar anlatılır. Bu bilgiyle işe girdiğim anda karşı karşıya kalırım. Ben hayata bazı bilgilerle başlarım ama o fabrikaya girişimle başka yeni bilgilerle karşılaşıyorum. Toplumsal alan da böyle bir şey. Devletin topladığı, derlediği bir takım bilgilerle karşılaşıyoruz, istatistiklerle yüz yüze geliyoruz. İktidar denilen şey bu bilgiden bağımsız değil, iç içe. Bu bilgiyi yönlendirebildiğiniz ölçüde iktidar ilişkileri içinde konumunuzu belirliyorsunuz. Bu bilgi bize sunulurken hep doğru bilgi olarak bakıyoruz. Örneğin, rakamlar modern toplumun en önemli bilgi referansıdır; sözel olanın yoruma açıklığından bizi kurtarır; kesinlik ve güven duygusu verir. Modern toplum öngörmeye çalışır; geleceği bile denetleme gücü verir.

Var olan düzenin egemenlik ilişkileri içinde üretilen bilgiler vasıtasıyla topluma bakıyoruz. Güç ilişkileri içinde hâkim söylemleri yönlendirebilme kapasitesine sahip olanlar bizi inandırmaya çalışıyorlar, düşünceyi manipüle ediyorlar. Ama öte yandan biz de zaten bu ilişkilerin parçasıyız. Mesela tıp alanında başörtülü olmanın hijyenik olmadığı gerekçesiyle anormalliği konuşulabiliyor. Orada o “bilimsellik” diliyle bir şeye karar veriliyor. Meşruiyeti “bilimsellikle” sağlanan bu bilgi ne kadar kontrol edilebilirse düzen de o kadar sağlanıyor. O zaman bu düzene alternatif bir bilgi ürettikçe o çıkar ilişkilerinin değişmesi imkânı doğuyor. Ancak bu alternatifleri de varolan, bugünkü hayal kategorilerinden üretebilirim. İlkel toplumun sınıfsız haline gönderme yapan komünist ütopyayı düşünün… En radikal, en ütopik toplum olarak hayal edebileceğimiz bir toplum yaşanmış olan bir toplum yapısına gönderme yapıyor. Dolayısıyla olmayan bir şeyi, mutlak yeniyi hayal etmemiz mümkün değil. Yeni toplum bugünkü toplumsal ilişkilerimizden ortaya çıkıyor. Ama bilindik söylemlerden, değerlerden neşet etse de, her toplumsal hareket beklenmedik sonuçlar yaratır. Darbelere bakmak bile yeterli: her seferinde generallerin beklemediği sonuçlar ortaya çıkıyor. Menderes bir kahramana dönüşmesi mesela… Böyle bir kahramanlığı kuşkusuz öngörmemişlerdi darbeciler. Ya da 12 Eylül’e bakın; travmanın haddi hesabı yok. Birlik adına uyguladıkları bütün şiddet vasıtasıyla, görülmemiş ölçüde biz ve onlar ayrımı üretildi. Hep kendi mantıklarına uygun yeni bir insan üretmeye çalıştılar ama herkesin bir travması varken bu mümkün olamazdı. 28 Şubat’tan sonra AKP’nin iktidara gelmesi de tam da bu beklenmeyen etkilerdendir.
————————————————-
Modern toplumun özelliği net sınırlar koymasıdır. Modern toplumda eskiyle bağlantımızı kesiyoruz. En net ve uç örneği devrimlerdir; Fransız devrimi, Bolşevik Devrimi, İran Devrimi.. Hep bitmiş olana gönderme yaparak yeni olduğunu iddia eder bu devrimler… Fransız Jakobenleri 1789’u “sıfırıncı yıl” ilan ettiler, adeta geçmişi yok ilan edebilmek için. Ancak bu silme operasyonu sadece geçmişe dönük değil, bizim kimliklerimize de ilişkin. Tanımlanan modernlik dairesi dışında kalmak utanç verici bir durum olarak sunuluyor. İçeri girmeye çağrı yapıyor modernlik. Bu hâkim ortalamayla benzeşmek demek. Benzeşip, dışarıdayken sahip olduğun özellikleri unutmak, içerde tarif edilen kelimelerle aynılaşmak demek. Türk olmak, modern olmak, Avrupa’yla heyecanlanmak, askerlerle heyecanlanmak…

Oysa sosyolojik düşündüğümüz zaman, modernlerin bütün iddialarının tersine eski ve yeni arasında hiç de o kadar keskin sınırlar olmadığını görüyoruz. Ancak bugün, Bauman’ın terimleriyle konuşursak, sosyolojide de klasik “yasa koyucu” tavırdan “yorumcu” tavıra geçiş de o kadar keskin ve eskiyi bitiren bir geçiş olmadı. Hâlâ “anlamak” üzerine ciddi kavgalar var; eskinin, eskinin yerine geçmeye çalışan fakat bu arada eskiyen yeninin ve eskiyle buluşup yenilenen yeninin arasındaki ilişkiler de çok muğlak… Kuşkusuz burada önemli olan şey pratikler… Teorinin yolunu açan pratiğin kendisi esastır çünkü. Özgürlük kelimesi bizim önceki pratik özgürlüklerimizden gelir; özgürlüğün teorisine yol açar ve o teori yeni özgürlük pratiklerinin önünü açar; her ikisi arasında da bir devamlılık vardır.

Teorinin ve pratiğin arasındaki ilişkiye başka bir örnekle bakalım. Bahçe düzenlemesinde Fransız bahçesi ve İngiliz bahçesi şeklinde iki tarz vardır. Fransız bahçesi daha köşelidir, İngiliz bahçesi daha kendi halindedir. İngiliz bahçesinde yabani otlar falan daha fazla vardır. Fransız bahçesine “bilen”, “aklıyla düşünen”, ölçen-biçen insanın müdahalesi söz konusudur; teori hâkimdir orada… İngiliz bahçesinde ise daha ziyade kendiliğindenlik hâkimdir, yani pratikler… Fransız bahçesi yabani otlara tahammül edemez; Fransız usülü modernlik, sosyal mühendisliğin ideal tanım ve arzularına uygun olmayan pratiklere aşağılayarak bakar. Ancak Fransız bahçe tarzı ya da devrimlerin radikalliği bir kenara bırakılırsa, modernlik genel olarak hastalık ve kirlilik gibi yabaniliği de ayrıştırır ve modern hayat sürekli kategoriler üzerinden yürütülür. Oysa ben sadece erkek ya da Ermeni değilim. Ben erkeğim diye başörtü takmıyor olabilirim ama başörtülü olmaya ilişkin duygu halleri benim de içimde var olabilir. O zaman ben kendimi neden sadece o modern kategoriler üzerinden tanımlayayım? Öyle tanımlarsam ben kendi zenginliğimi, bütünlüğümü -totalliğimi- kaybediyorum. Pratiklerin böylesine keskin kategoriler vasıtasıyla kesip biçilmesi demek sosyolojik zenginliğimi de kaybetmem demek.

Yeni olanın konuşulabilmesi için sosyolojinin sosyal olguları sadece başka bir sosyal olguyla tanımlamaktan öteye geçmesi gerekiyor. Dayatılmış olan keskin sınırları ortadan kaldırmak için, interdisipliner yaklaşımları, mesela psikanalizi devreye sokmamız ve toplumu yeniden düşünebilmemiz gerekiyor. Eğer bunu yapamazsak, hepimizin paylaştığımız toplumsal travmayı aşmamız da pek mümkün görünmüyor. Ama mesele sadece disiplinler arası sınırları da ortadan kaldırmak değil; eski kelimelerimizi yeniden bulmak gerekiyor mesela… Bulgaristan’da bazı sosyal bilimcilerin Türkçe “komşuluk” kelimesini alıp teorik bir kavramsallaştırmayla yeniden kullanmaya çalışmalarının içinde bir direniş var mesela. Bu şekilde rejimin koparttığı bir ilişkiyi yeniden kuruyorlar; daha da önemlisi eksikliklerini aşmaya çalışıyorlar.
———————
Sosyoloji Batı kaynaklı ama zenginleşebilmesi için Doğu’ya bakmak lazım. Postmodern tartışmalar ortaya çıkana kadar modernlik nereye giderse, gittiği yerde hep aynı şeyi yapardı. Tek anlatı, meta anlatı vardı. Modernliğin krizi ya da postmodern zamanlarla birlikte, dünyanın farklı yerlerindeki farklı anlatılara bakılmaya başlandı. Farklı kültürlerdeki farklı hikâyeler konuşulabilir olmaya başlandığında bu tekelcilik kırıldı. Bugün Türkiye’de başörtüsü tartışması yapmak modernliğin sorgulandığı başka durumları da ortaya çıkarmak demektir. Ben bugün Türkiye’de total insandan bahsederken totaliter bir zihniyetten bahsetmiyorum. Modern izler taşıyan dünyada bundan tam olarak kopamasak da yeni bir şeyler inşa edebileceğimizi söylüyorum. Sosyoloji bugün hayatı parçalara ayıran ve parçalanan modernitenin tekrar bütünleşebileceğine dair izler gösteriyor. Hiçbir kimlik evde bırakılmak zorunda değil. Hem Kürt hem maden mühendisi hem başörtülü olabilirim. Hepsiyle beraber yürüyorum. Bir aidiyetim beni başka taraflardan kopartmaz. 1915 benim hafızamda vardır ve ben bunu kopartmayacağım. Ben hikâyemle birlikte bütünleşiyorum. Oysa parçalanmış modern insan kendi kendine, özgürce karar verdiğini zannederken içinde bulunduğu bağlamlardan ve egemen düzenden ve ideolojilerden bağımsız değil. Benim içinde olduğum durumlar beni sürekli olarak tanımlıyor. Ve aile gibi sosyoloji de biz içine girdikçe başka bir yere doğru yol alabilir. Bütünlüğü düşünürsek, yeni diller de üretebiliriz.
——————————–
Modern Kent kendi kültürüne uyumsuz insanları okullarda eğiterek, sınav yaparak, dayak atarak hizaya getiriyor. Klasik sosyoloji tam da bu anda kentteki düzenden ve yeni hareketlilikten bahsediyor. Bunu yaparken de düzenin içinde bizzat bu “tehlikeli sınıfların” olduğunu söylüyor. Bu tür bir dille sosyoloji de düzeni tekrar üretiyor. Modernlik bana başörtüsünün gereksizliğini öğütlerken aynı zamanda da ondan utanma duygusunu öğretiyor. Annemin başörtüsünden utandırıyor ve bu rasyonellikle açıklanamaz. Bu bilgi sadece teorik bir bilgi değildir; duygudur ve bu duygu bir bilgidir. Yeni zamanlarda din bizzat sosyolojinin içinde yer buluyor. Dinsellik ve rasyonalite arasına modernliğin koyduğu sınırlar kalkıyor. Bu sınırların kalkması bile bence bir direniştir. Böylece modernlik denen şey değişiyor, dolayısıyla sosyoloji de değişiyor. Parsons’un fonksiyonalist modern toplumu artık var olan toplumu anlatamıyor, tanımlamaya gücü yetmiyor; yeni anlamlar keşfediliyor…

Metni hazırlayan: Ferhat Kentel

Önceki Yazı

Türkiye’de Ailenin Açık ve Örtülü Sekülerleşmesinin Sosyolojik Analizi

Sonraki Yazı

Sosyolojinin Teorik Temelleri-1

Bunlar da ilginizi çekebilir

1 Yorum

  1. Çok güzel ve doyurucu bir yazıydı özellikle şu kısma bayıldım ” Modernlik bana başörtüsünün gereksizliğini öğütlerken aynı zamanda da ondan utanma duygusunu öğretiyor. Annemin başörtüsünden utandırıyor ve bu rasyonellikle açıklanamaz. Bu bilgi sadece teorik bir bilgi değildir; duygudur ve bu duygu bir bilgidir. “

Akif için bir cevap yazın Cevabı iptal et

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir