Mezhepler Tarihi III

Hazırlayan: Yorum yapılmamış Paylaş:

Öğr. Gör. Mehmet Toprak

02.11.2017

Bir önceki dersimizde, mezheplerin ortaya çıkışının siyasi sebepleri üzerinde durmuştuk. Müslümanlar arasındaki ilk ihtilafın/ayrışmanın, Hz. Peygamberin vefatından hemen sonra, imamet ve hilafet meselesi yüzünden başladığını söylemiştik. Hz. Peygamberin vefatından 25 yıl sonra artık ümmet Hz. Ali ve taraftarları, Muaviye ve taraftarları ile Hariciler olmak üzere üç ana gruba ayrılmıştı. Daha sonra bu üç ana grup, bazı dini kavramlar üzerinden de ayrışmaya devam etti.

Zamanla tartışma ve ayrışma konularına eskilerin kebîre dedikleri, büyük günah kavramı da eklendi. Bu süreçte Cemel, Sıffin savaşları ve Kerbela yaşanmış, Müslümanlar birbirlerini öldürmüştü. Müslüman birini öldürmek büyük günahlar arasındaydı. Peki bu büyük günahı işleyen kişinin durumu ne olacaktı? Bu kişiler kâfir mi, mümin mi? Cennetlik mi yoksa Cehennemlik midir? İşte bu da bir başka tartışma konusu olarak gündeme geldi.

Bir başka husus, bu insanlar Hz. Peygamberin terbiyesinde yetişmiş kişilerdi. Nasıl oldu da birbirlerine kılıç çekebildiler? Kendi iradeleriyle mi, yoksa bir kader vardı da kaderden kaçamadıkları için mi bu savaşlara dâhil oldular? Yani kader ve insanın özgürlüğü meselesi… İnsan özgür müdür, her şey kader midir, kaderden ne kadar kaçılabilir, soruları gündeme geldi.

Allah’ın sıfatları da tartışma konularında yerini almıştı. İlim ve Kudret sıfatları bu kader konusuyla alakalı olarak tartışılmıştı. Ayrıca kelam sıfatı da tartışmalara neden olmuştur: Kur’an-ı Kerim sıradan bir kelam mıdır, insanların konuştuğu gibi yaratılmış mıdır, yoksa yaratılmamış ezeli ve ebedi midir? Bunlar üzerinden de tartışma alanları ve gruplar oluşmuştur.

Tartışılagelen dini meselelerin hepsinde genelde iki aşırı uç bir de uzlaştırıcı yaklaşım ortaya çıkmıştır. Şimdi tartışılan konulara biraz yakından bakalım:

Büyük günah meselesi: Bu meselede bir tarafta en sert grup olarak Hariciler, diğer uçta da Mürcie dediğimiz grup yer alır. Haricilere göre büyük günah işleyen herkes kâfirdir; söz konusu kişi Hz. Ali, Hz. Osman bile olsa durum değişmez. Mürcie’ye göre ise asıl olan imandır; kalpte iman varsa bu imana hiçbir şey zarar veremez. Aslında bugün Müslümanların çoğu, bu “Kalbim temiz” grubundandır. Hatta bunu o kadar ileri götürürler ki, nasıl bir kâfir namaz kılsa, oruç tutsa ona bir faydası olmaz, bunun gibi bir mümin de günah işlese imanına bir zarar gelmez derler. Bu iki aşırı ucu uzlaştırmak için Mutezile, büyük günah işleyen kişi, iki yer arası bir yerde; küfürle iman arasındadır, yani fâsıktır. Böyle bir kişi ölmeden önce tövbe ederse ebediyen cennetliktir, tövbe etmeden ölürse ebediyen cehennemliktir, demiştir. Ehl-i Sünnet’ in çoğunluğunu teşkil eden Eşari ve Maturidiler ise böyle bir kişinin günahkâr bir mümin olduğunu söylerler. Onlara göre, kişi günahı miktarınca cehennemde kaldıktan sonra Cennete girecektir.

İman-Amel ilişkisi: İman, dil ile ikrar, kalp ile tasdik ve yapılan amellerin toplamı mıdır yoksa sadece kalp ile tasdik midir? Bir insan kalben Allah’a, Peygamber’e inansa, ama hiç namaz kılmayıp, oruç tutmasa yine de mümin midir? Bu konuda Ehl-i Sünnet’in genel kanaati, imanın kalben tasdik olduğu yönündedir. Dil ile söylemek ya da azalarla amel etmek, bunun dünyevi hükümleri içindir. Şöyle bir insan düşünelim: Allaha inanıyor, kalbinden tasdik etmiş ama bu kişinin dilinden şehadet kelimesini hiç duymamışız, namaz kıldığını görmemişiz. Yani, bu şahıstan İslam’la ilgili dışarıya hiçbir şey yansımamış. Böyle bir kişi öldüğü vakit ne yapacağız? Cenaze namazı kılınmaz, duası İslami usullere göre yapılmaz, mirası İslam’a göre bölüştürülmez. Müslüman kabristanına defnedilmez ama eğer gerçekte Müslümansa cennete gidebilir, o ayrı. Onun için dünyevi hükümler açısından dil ile ikrar ve amel gereklidir. Bir insan da vardır ki, hiç inanmıyor ama camiden çıkmıyor, her ramazan oruçta, umrede vs. ama kâfir olarak ölmüş de biz bilmiyoruz. Bu durumda ne yapılır? Cenazesi yıkanır, namazı kılınır, duası yapılır. Yani bir Müslüman gibi muamele edilir ama cehenneme gidebilir, bilemeyiz. Onun için eskiler, biz zâhire göre hükmederiz, içteki sırları Allah bilir, derler. Ehl-i Hadis, Selefiler, Hariciler ve Vahhabilere göre ise imanda dil ile ikrar, kalp ile tasdik ve amel bulunmalıdır. Bu üç unsur bir arada yoksa o kişiye Müslüman muamelesi yapılmaz. Ahmet bin Hanbel gibi birçok âlim amelin önemini vurgulamıştır. Her ne olursa olsun, amelsiz iman sıkıntılıdır. Eskiler imanı bir mum alevine, ameli de mumu koruyan fanusa benzetirler. Fanus olmayınca mumun alevinin ne kadar yanacağı şüphelidir, derler.

Kader meselesi: Bu konuda da Müslümanlar arasında iki aşırı uç oluşmuştur. Bir uçta Mutezile, “İnsanoğlu hürdür, kader diye bir şey yoktur.” derken, diğer tarafta Cebriyye “Her şey kader iledir.” der. Bir de ikisini uzlaştırmaya çalışan Ehl-i Sünnet anlayışı var. Kader konusu, müteşâbihat dediğimiz Allah’ın ilmini kendisine sakladığı, sır olan konulardan biridir. Kur’an’a baktığımızda hem insanın özgür olduğunu hem de hiçbir özgürlük alanı olmadığını belirten ayetler vardır. Bir tarafta “Kul için ancak çalıştığının karşılığı vardır.”, “Nefsini temizleyen kurtuluşa ermiştir.” denirken diğer taraftan “Yer ve gökte ne varsa hepsini bir-bir tespit ettik ve yazdık; bu da Allah’a çok kolaydır.”, “Oku attığın zaman sen atmadın.”, “Allah dilemedikçe bir şey dileyemezsiniz.” diyen ayetler var. Sadece bir tarafa bakanların işi aslında kolaydır, fakat Ehl-i Sünnet gibi iki ayet grubuna da bakarsanız işiniz zorlaşır. Ne Allah’ın iradesi ne de kulun iradesi dışlanmalıdır. Bu sebeple ortaya bir cüz’i, bir de külli irade kavramı çıkmıştır. Evrendeki esas irade Allah’a aittir. Kula da bir parçacık irade verilmiştir. Kul bu cüz’i iradesiyle hareket eder. Cüz’i iradenin durumu da karışık. Maturidilere göre cüz’i irade kula bağlı, Eşarilere göre ise Allaha aittir. Burada da işin içinden çıkılamıyor. Bugüne kadar zaten bu sırrı çözen olmamış. Eskiler, “Kadere iman eden kederden emin olur.” demişler.

Bizim inancımızda kadere iman vardır ama kadercilik yoktur. Kul, kaderin varlığına iman etmeli fakat hayatını Kur’an’daki emir ve yasaklara göre yaşamalıdır. Hz. Peygamberin hayatı bu konuda bizim için en büyük örnektir. O’nun bütün hayatı mücadeleyle geçmiştir. Hicret edecekken tüm tedbirleri almış, Hz. Ali’yi yatağına yatırmış, mağarada gizlenmiş, savaşta hendek kazmış, zırhını giymiş, tedbir almıştır. Peygamberimizin hayatında hiçbir kadercilik örneği göremezsiniz. Kader anlayışımız bu şekildedir; fakat zamanla bu meseleyi kötüye kullanarak hiçbir şeye ses çıkaramayan kaderci bir Müslüman tipi ortaya çıkarmak isteyenler olmuştur. Özellikle Emeviler döneminde halka, bizim kaderimizde idareci olmak, sizinkinde ise kul-köle olmak vardır, şeklinde yaklaşılmıştır. Yapılan zulümler kadere bağlanmaya çalışılmıştır. Kader konusu istismara açık bir kavram olduğundan dikkatli yaklaşılmalıdır. Hatta Mehmet Akif’in safahatı hep bu kaderci düşünceye ve hurafelere isyanla doludur. Aslında kader, iyi kullanabilirsek bir Müslümanın hayat güvencesidir. Kader inancı sağlam olan bir kişi kolay kolay depresyona girmez, intihar aklından geçmez. Tüm yollar denendiği halde, hiçbir çözüme ulaşılamadığı zaman kader devreye girer, kişi o zaman Allah’ın takdirine sığınır.

Allah’ın sıfatları meselesi: Allah’ın zatı dışında sıfatlarının olup olmadığı da tartışılmıştır. Allah’ın zatı dışında sıfatları var mıdır, varsa durumu nedir? Müşebbihe adlı grup, Allah’ı yarattıklarına benzetiyor, Mücessime, Allah’ı cisim şeklinde algılıyor, Mutezile hiçbir sıfatı kabul etmiyor, Ehli hadis ve Selef geleneği sıfatlar vardır ama nasıl olduklarını bilemeyiz diyor ve yorum yapmıyor. Ehl-i Sünnet de aslında selefe yakın bir görüşü benimser ve Allah’ın sıfatları zatının ne aynıdır ne de gayrıdır şeklinde kapalı bir cümle kurarlar. Aslında bunun anlamı “bu konu müteşâbihattandır biz anlayamayız” demektir. Fakat burada esas nokta, Allah’ın kelam sıfatıyla ilgili; Allah’ın kelam sıfatının durumu nedir, nasıl konuşur, nasıl iletişim kurar? Zira Adem (A.S)’ den beri varlıklarla bir iletişim söz konusudur. Kelamın mahlûk mu, yoksa ezeli ve ebedi mi olduğu hep tartışılmıştır. Mutezile mahlûk olduğunu, Ehl-i Sünnet mahlûk olmadığını, Allah’ın kelamının da ezeli ve ebedi olduğunu söylemiş, hatta kelamı nefsi ve kelamı lafzi gibi bir ayrıma da gitmiştir. Kelamı nefsî, Levh-i mahfuzdaki esas mana, kelamı lafziye ise onun lafza dökülmüş hali, yani Kur’an denmiştir. Kelamı nefsi mahlûk değildir, yani yaratılmamıştır, ezeli ve ebedidir ama bunun lafza dökülmüş şekli olan kısmı yaratılmıştır. Allah katındaki mana Hz. Peygamber’e Arapça, Hz. Musa’ya İbranice gelmiştir. Dolayısıyla ezeli-ebedi olan o manadır ve Allah katındadır ama lafza dökülmüş hali değildir.

Vahiy kavramına genel olarak baktığımızda mesela Hıristiyanlıkta vahiy; tanrı, melek, Hz. Meryem ve Hz. İsa’yı kapsar. Hz. İsa kitap getirmemiştir, zaten kendisi Kelimetullahtır. Yani, kelimenin ete kemiğe bürünmüş halidir, bir nevi görüntülü mesaj gibidir. Eğer siz, kelam mahlûk değildir derseniz, Hıristiyanların iddiası olan Hz. İsa’nın ulûhiyetini de bir anlamda kabul etmiş oluyorsunuz. İslam’da ise Kur’an’ın bizzat kendisi Kelimetullahtır, öyle geçer. İnciller, Allah tarafından gelen metinler değildir. 4 İncil, 4 havarinin Hz. İsa’yı anlatımıdır. Hz. İsa’dan en erken 50 yıl sonra yazılmışlardır.  Bizdeki Kur’an’ın tam karşılığı, orada Hz. İsa’nın kendisidir. Kelam/Kur’an mahlûk mudur, değil midir tartışması biraz da buradan doğmuştur. Burada da Selefiyye, Haşviyye, Mutezile, Maturidiyye, Eşariyye ve Şia’da farklı yorumlar oluşmuştur. Daha sonra bunların hepsi bir mezhepleşme, gruplaşma sebebi olarak karşımıza çıkacaktır. Zamanla imamet meselesi, kader meselesi, büyük günah meselesi, iman amel konusu, sıfatlar meselesi gibi konular üzerinden ümmet gruplara, mezheplere, tarikatlara, cemaatlere ayrılacaktır.

Peki, bütün bu ayrışmalardan sonra ümmeti bir arada tutan şey nedir? Örneğin, Ehl-i Sünnet dediğimiz topluluğun bir şartnamesi ya da ortak prensipleri var mıdır? Bizim klasik metinlerimizde bunlara da değinilmiş, Ehl-i Sünnet’in üzerinde ittifak ettiği 10-12 tane madde sıralanmıştır. Şimdi bu prensipleri ele alarak Ehl-i Sünnet konusuna da girmiş olalım.

Ehl-i Sünnet; Ehl-i Hadis, Selef, Eşari ve Maturidi düşüncesini de içine alan şemsiye bir kavramdır. Ama bu gruplar arasında da farklı görüşler vardır. Hatta her bir grubun kendi içlerinde de farklı düşünceler vardır. Hepsini birleştiren şey ise din ve mezhep dairesidir.

Din dairesinin 3 tane temel unsuru vardır: Tevhit, nübüvvet ve de ahiret. Herhangi bir kişi ya da grup tevhide, nübüvvete ve ahirete gereği gibi inanıyorsa o İslam dairesi içerisindedir. Hiç kimse onu İslam dairesi dışına atamaz. Ancak tevhidi anlamada farklılıklar olabilir. Mesela, ben sıfatları şu şeklide kabul ediyorum vs. derse Mutezile gibi, Ehl-i Sünnetin dışına çıkar ama dinin dışına çıkmış olmaz. Yani mezhep dairesi, din dairesi değildir. Nübüvvet konusuyla ilgili olarak mesela Eşariler gibi derse ki “kadınlardan da peygamber olabilir”, dinden çıkmış olmaz. O mezhebin görüşünü dile getirmiş olur. Rûyetullah konusundaki farklılıklar, ya da şefaat konusundaki farklı düşüncelerle dinden çıkılmaz. Bunlarla mezhebi farklılıklar ortaya konulmuş olur. Hiçbir mezhep, İslam sadece benim anladığım gibidir, diğer düşünceler yanlıştır da diyemez. Biri çıkıp ben peygamberim derse, öldükten sonra dirilmeye inanmıyorsa, Hz. Ali’yi ilah olarak görüyorsa o başka, o zaman İslam dairesi dışına çıkar. Kısaca, tevhidi, nübüvveti, ahiret inancını zedelemeyen görüşler yine İslam dairesi içinde mütalaa edilir.

Ehl-i Sünnet içerisinde değerlendirilen grupların üzerinde ittifak ettiği söylenen temel prensipler şunlardır:

•      Kâinat vehim ve hayalden ibaret değildir; özü ve hakikati vardır. İnsan kâinat hakkında bilgi edinebilir. Yani yaşadığımız evrenin, kâinatın bir özü ve hakikati vardır. Bu madde sofistlere bir reddiyedir. Özellikle felsefede, Eflatun düşüncesindeki dünyanın gölgeler âlemi, rüya âlemi olması gibi düşüncelere karşı bir itiraz olarak ortaya çıkmıştır. Evren gerçektir, insanoğlu bu evren hakkında bilgi elde edebilir

•      Kâinat bütün ayrıntılarıyla yaratılmıştır. Yaratıcısı Allah’tır. Materyalistlere vb. Reddiye.

•      Allah’ın zatından ayrılmayan ezeli sıfatları vardır. Allah’ın sıfatlarını kabul etmeyen Mutezile vb. bir reddiyedir

•      Allah ahirette mü’minler tarafından görülecektir.

•      Kader haktır; fakat kul icbar/zorlama altında değildir.

•      Peygamberler ve mucizeleri, veliler ve kerametleri haktır. Fakat keramet, sadece sahibini ve ona inananları bağlar

•      Kelamullah kadimdir, ses ve harflerden müteşekkil değildir.

•      Ahiret ve halleri: Cennet, Cehennem, Sırat, Hesap, Mizan, Şefaat haktır. Cennet ve Cehennem içindekilerle birlikte ebedidir.

·      Hz. Peygamberden sonra en faziletli zat ve ilk halife Hz. Ebu Bekir’dir. Sonra sırasıyla Ömer, Osman ve Ali’dir. Ashabın hepsi muhterem ve güvenilirdir. Bu madde Hz. Ali’yi gerçek halife bilip ashabın çoğunu benimsemeyen Şia’ya bir reddiyedir.

•      Ehl-i kıbleden olan bir kimse işlediği günahtan dolayı tekfir olunamaz. Mü’mine kafir diyenin küfründen korkulur. Buradaki Ehli Kıble, kıbleye yönelerek namaz kılan demek değil, kıbleye yönelerek namaz kılmanın farziyetine inanan demektir

Bütün bunlar Ehl-i Sünnet’in prensipleri olarak kabul edilmekle birlikte bugün tek bir Ehl-i Sünnet’ten söz etmek mümkün değil. Ehl-i Sünnet zamanla tek bir tanımı olmaktan ziyade, her grubun kendince yorumladığı bir kavrama dönüşmüştür.  En genel tanımı “Hz. Peygamber ve Ashabının yolundan gidenler” şeklindedir; ne var ki bütün Müslüman gruplar böyle olduklarını iddia ediyorlar. Haricilik, Vehhabilik,  Selefilik, Daeş, El Kaide vb. radikal gruplar da Ehl-i Sünnet’in mührüne sahip olduklarını söylüyorlar. O mührü istedikleri yere basıyorlar. Sıkıntı biraz da buradan kaynaklanıyor. Kavramları bilmeden, üzerinde fazla düşünmeden biz Ehl-i Sünnetiz diyoruz.

Hazırlayan: Zeynep Sena

Not: Bu özet hoca tarafından onaylanmıştır.

Önceki Yazı

Günübirlik Edirne Gezisi

Sonraki Yazı

Din ve Sağlık Psikolojisi

Bunlar da ilginizi çekebilir

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir