Orhan Miroğlu
26 Şubat 2011
Kürt sorunun içinden çıkıp gelen biri olarak bugün size akademik bir sunum yapmayacağım, ancak konuya ilişkin belleğimde olanları sizlerle paylaşmak istiyorum. Önce size biraz kendimden söz edeyim isterseniz.
Ben, Mardin Midyatlıyım. Benim çocukluk yıllarımda buralarda Arapça, Kürtçe, Süryanice, Türkçe konuşulurdu. Süryaniler o bölgenin en eski halkıdır. Kürtlerden bile önce oradaydılar, onlar da çok büyük acılar yaşadılar; 1915 hadisesi sadece Ermeniler için değil Süryaniler içinde bir çok trajedilere yol açmıştır. Şimdilerde Mardin’de o çoğulcu yapıdan geriye çok fazla bir şey kalmadı.
Benim lise yıllarımda yani 70’li yıllara kadar, Kürtler bir takım sorunlar yaşıyordu ama kimsenin ayrı bir parti kurmak ya da dağa çıkmak gibi bir niyeti yoktu. Aynı yıllar, Türkiye’de sol ideolojilerin güçlü olduğu yıllardı. Bölgede, 40’ı 50’yi geçmeyecek kadar Kürt aydını vardı, bunlar da genelde hali vakti iyi olan, bilgiye ve okuma olanağına sahip olan ailelerdendi. ‘Gundi’ler denilen yoksul kesim, bir de Bazariler yani şehirliler vardı. Bazariler ile Gundilerin o tarihlerde Kürt-Türk diye bir meseleleri yoktu ama 1980’li yıllardan sonra PKK’nın siyasi önderliğinde gelişen mücadelenin temel tabanını %90, bu köylüler oluşturdu ve giderek büyüdü.
O dönemde bugünkü Kuzey Irak’ta Mesut Barzani’nin babası Mustafa Barzani önderliğinde şiddete kapalı bir hareket vardı. Türkiye’yle ilişkileri gayet iyiydi, bazen yardım da görüyorlardı. Onların bütün meselesi Kuzey Irak’ta yaşayan Kürtlerin federal bir yapıya kavuşmasıydı. Dolayısıyla böyle büyük bir Kürt uluslaşması talep eden, buna hak gören bir anlayışları yoktu. Zaten ne Türkiye’deki ne İran’daki, ne de Suriye’deki Kürtlerin böyle bir araya gelerek bir ulus devlet kurma düşüncesi vardı.
Türkiye solunun, Türkiye’de Kürt hareketiyle ilişkileri gayet iyiydi. Emperyalizme karşı olmak gibi bildiğimiz o klasik sol söylemler Kürt hareketi içerisinde de çok hissediliyordu. Zaten PKK’nın oluşmasını sağlayan grup olsun, PKK’nin dışındaki Kürt gruplarının kurduğu birtakım siyasi partiler olsun bu sol fikirlerden etkilenip, sosyalizmi peşinen benimsedi ve sosyalizmin Kürt topluluğu için bir kurtuluş olduğu ön kabulünden yola çıktılar.
Tabi o zamanlar Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği vardı ve Ortadoğu’da aktif bir politika izliyordu. 3. Dünyada gelişen ulusal kurtuluş hareketlerini, İslami karakterde olsun, olmasın destekliyordu. O dönemlerde Türkiye’de Kürt halkı için Cumhuriyetin kurulmasından önce olmayan büyük yasaklar söz konusuydu. Kürtlerin inkarı, Kürt kimliğinin yok sayılması, Türklüğün makbul vatandaşlık olması gibi dayatmalar yapılıyordu. Aslında 1514’den sonra Yavuz Sultan Selim’le Kürt askerleri arasında oluşan ittifaklar sonucu 17-18’e yakın Kürt Beyliğinin özerk bir biçimde 300-400 yıl kadar yaşadığını biliyorsunuz. Bu Kürt Beylikler, Osmanlılarla dış meselelerde birlikte ama kendi içlerinde bağımsızdılar.
Cumhuriyetin kuruluşunda Kemalist kadrolar Kürtlerin de desteğini almak için çok ciddi çaba harcadı. Mustafa Kemal Kurtuluş Savaşı’ndan 5 yıl kadar önce 1915-1916-1917’lerde Diyarbakır’ı ziyaret edip oradaki ağalarla, şeyhlerle bir araya geliyor, Osmanlılığı öne çıkaran konuşmalar yapıyordu. Osmanlılığın ve sultanlığın elden gittiğini söyleyerek destek arıyor, bu desteği de buluyordu. Hatta ünlü bir anekdot anlatılır; Mustafa Kemal Diyarbakır’a bağlı bir ilçede oranın beyi olan Mustafa Beyi ziyaret edip orduyu besleyecek imkanımız kalmadı deyince Kürt Lider Mustafa bey 2 ay ben bunu üslenirim diyor. Sonra Kemal Paşa, biz bir mücadeleye girdik ama eğer bir yenilgiye uğrarsak Kürdistan dağları bizi korur mu diye soruyor. Mustafa Bey de buna müspet cevap veriyor. O tarihlerde biz ayrı bir ulusuz, bize ne sizin ulusal kurtuluş savaşınızdan diyebilecek bir düşünce yok. Yeni yeni kurulan Kürt Teali cemiyetleri var. Mustafa Kemal bir yandan da Kürt toplumunun desteğini alıyor diğer yandan 1915-16-17 yıllarında Kürt Teali cemiyetlerinin kapatılması için emirler veriyordu. Çünkü kafasında Osmanlı imparatorluğunun mirası üzerinde Fransız modeli bir ulus devlet kurma fikri var. Böyle bir mantıkla hareket edilmesi halinde Türk milletinin, Türk ulusunun yeniden bir bakıma icat edilmesi, yaratılması gerekiyor. O dönemde Osmanlı ümmeti, Anadolu ümmetinden bahsedilebilir ama bir Türk ulusundan bahsetmek tarihi olarak da, sosyolojik olarak da pek mümkün değil ama bunun olması lazım çünkü bir ulus devlete ihtiyaç var. Bu desteklerden sonra da Cumhuriyet kuruluyor ve 1921’de anayasa yapılıyor. 1921’de hazırlanan bu anayasada farklı kültür ve dile sahip olanların özerk olabileceğine dair maddeler olduğu için hiçbir zaman hayata geçmedi. Ve şimdiki tarihçilerin ortak yorumu Kemalist kadroların bunu Kürtlerin desteğini almak üzere hazırladığı yönünde birleşiyor. Dolayısıyla 1921 anayasası bu kadar özgürlükçü olmasına rağmen Lozan imzalandıktan sonra Türkiye’yi kuran Kemalist kadroların kendilerine duyduğu güven çok fazla artıyor ve o yalnızlık duygusu bitiyor. Lozan’dan sonra kuruluş sözleşmesi imzalanmış, Yunanla olan problemleri bitmiş, mübadele meseleleri halledilmiş bir Türkiye var artık. Böylece 1924’te inkar süreci başlıyor. Eğer 1921 anayasası hakikaten bir realite haline gelebilseydi belki de Türkiye’de Kürt problemi o yıllarda çözülmüş olacaktı ve Türkiye’nin 100 yıla yakın bir dönemde başını ağrıtan, Türkiye’nin maddi manevi bütün kaynaklarını heba eden böyle bir meselesi olmayacaktı. Bu bilinçli bir tercihti. Anadolu ümmetinden yeni bir ulus devlet yaratma fikri modern bir projeydi. Bu projeye uygun olan ve olmayan halklar ortaya kondu. Balkanlardan ya da Kafkaslardan gelen diğer halklar gibi Kürtlerin de, Müslüman olduğu için Türkleşebileceği düşünüldü. Kurucu parti olan Cumhuriyet Halk Partisi, bütün kongrelerinde bu Türkleşmenin esaslarını gündeme getirdi. O tarihte isyanlar başladı; 1925 Şeyh Sait isyanı ardından 1928 Ağrı isyanı geldi. Kürtlerin içinde bulunduğu sosyal gerçeklikler nedeniyle, oluş bilinci ve aydın bilinci çok zayıf olan o isyanların Osmanlı İmparatorluğu’nun mirası üzerine kurulan bu kadar güçlü bir ulus devlete karşı başarı şansı zaten yoktu. Hepsi başarısızlıkla sonuçlandı. Bugün zaten hepsinin isyan olmadığı, Kemalist rejimin kendisini Türkiye toplumuna kabul ettirmek için kullandığı bir takım araçlar ve provakatif eylemler olduğu kanaati de var ki ben de bu kanaati paylaşıyorum. Mesela Şeyh Sait isyanına bakıyorsunuz hiç öyle bir isyan havası yok. Evet, Osmanlılığın bitmiş olmasına, halifeliğin kaldırılmış olmasına üzülüyorlar ve bu yönde talepler var ama kuvvetli bir Kürt kimliği talebi, bu isyanların hiç birisinde yok. Olay şöyle cereyan ediyor: Şeyh Sait yanındaki bir takım insanlarla beraber bir köyü ziyaret ediyor. Bu grubun içerisinde güya, üç- beş asker kaçağı var. Türk ordusundan birileri gidip bu asker kaçaklarını istiyor, Şeyh Sait ise benim yanımdaki adamı size nasıl teslim edeyim. Müsaade edin biz bu köyden gidelim sonra siz gelin, alın bu insanları diyor. Ve bu arada isyan başlıyor. Dünyanın hiç bir yerinde böyle isyan olamaz. Dersim isyanı da çok tuhaf bir biçimde gelişiyor. Dersim isyanında askerler tarafından kadınlara yönelik bir tecavüz olayı var ardından çatışma başlıyor. Yani planlı bir şekilde halk, kışkırtılıyor ve isyana sevk ediliyor. Tabi isyanlardan sonra Türkiye toplumu çok zarar gördü. Çünkü Kemalistler, muhalefet eden İslami karakterler olsun olmasın bütün siyasi kadroları, İstiklal Mahkemelerinde astılar. Bu mahkemelerde Kemalist rejime muhalefet eden kaç bin kişi yargılandı ve kaç bin kişi hayatından oldu, bu hala bilinmiyor. Buradan şöyle bir sonuç çıkarmak mümkündür: Kürt meselesi o kadar önemli bir mesele ki bu meselenin üzerinden siyasi bir takım egemenlik alanları oluşturmak devletin cumhuriyetten bu yana izlediği önemli bir taktik olmuştur. Eğer Türkiye’de bu çatışma olmasaydı, gayri meşru cinayetler, köylerin boşaltılması, Diyarbakır Cezaevi gibi şeyler yaşanmasaydı, 25 yıl daha Türkiye’de askeri vesayet sürmezdi diye düşünmek mümkündür.
1989’da Berlin duvarının çökmesi dünyada büyük bir değişim dalgasına neden oldu; dünyada 100’e yakın ülkede totaliter rejimin değişmesine yol açtı. Dünyada bu kadar muazzam değişimler olurken Türkiye, 1920’li yıllardan sonra ikinci kez Kürt meselesiyle ilgili çok şiddetli bir çatışma içine girdi. Ben inanıyorum ki bu çatışma olmasaydı Türkiye bugün AB’nin en güçlü ülkeleri arasında olabilirdi. Maalesef Kürt savaşında kurulan askeri vesayet, ordunun siyasi hayatı belirleyen tek güç olması ve diğer anti demokratik kurumların varlığı, değişim fırsatının Türkiye tarafından yakalanmasını mümkün kılmadı. 1924’ten sonra başlayan inkar süreci isyanlarla karşılık buldu, bu isyanlar başarısız da olsa çok ağır bir toplumsal hafıza oluşturdu. Mesela bugün Dersim hafızası Kürtlerin unutabileceği bir hafıza değil.
12 Mart muhtırası, Kürt ve Türk siyasi hareketleri arasında ayrışmanın başladığı döneme de işaret ediyor. 1974 affıyla birlikte sıkı yönetim mahkemelerinde yargılanıp Diyarbakır Cezaevinde yatan görüşleri itibariyle birbirine yakınlık duyan Kürt ve sol aydınları tahliyeden sonra bir araya geldiler ve farklı gruplar oluşturdular. Ama henüz güçlü bir partiden söz etmek mümkün değildi. Bunlardan biri 1974’ten sonra kurulan Türkiye İşçi Partisidir. O zamanki hakim düşünce Türklerin kurduğu partilerin içerisinde yer alıp kendi sorunlarını anlatmak, böylece Türkiye halkına ve siyasetçilerine bu sorunları duyurmaktı. Zaten biliyorsunuz Türkiye İşçi Partisi Türkiye’de Kürtler var, onların da hakları var dediği için kapatıldı. Dolayısıyla 1974 ile 1980 arası dönem hareketliliğin başladığı ve her şeyin demokratik mecrada geliştiği bir dönemdi.
PKK olmasaydı Kürt meselesi bugün bu halde olur muydu? sorusu çok soruluyor. Bence bunun tersini de düşünebiliriz. 1970-75-76-77-78-79’lu yıllarda, PKK daha Kürtlerin siyasi hayatında önemli bir hareket değilken çok güçlü Kürt grupları vardı. Bunların içerisinde federasyon talep edenler de vardı, bugün de ediyorlar ama hiçbir biçimde bunun şiddetle, dağa çıkılarak bir gerilla savaşı yürütülerek olacağına dair bir düşünce yoktu. Mesela 1977’de Diyarbakır’da belediye başkanlığı seçimlerinde Kürtlerden biri bağımsız olarak seçimlere girdi ve belediye başkanlığını kazandı. Ağrı’da, Urfa’da, Yüksekova’da yine öyle. Yani demokratik mecrada giderek büyüyen, gelişen bir Kürt hareketi vardı ama şiddet yoktu. Şiddet ne zaman başladı? Şiddet, PKK’nın gelişmek için şehirlerde çalışma başlattığı dönemlerde başladı. Çok ilginçtir ki ilk faili meçhul cinayetler de o zaman başladı. 1977’de ben Diyarbakır’dayken 2 kişinin infaz edildiğini hatırlıyorum. Üstelik bu infazı halkın gözü önünde yaptılar.
Bu süre içerisinde Kürt hareketine ve Kürt siyasetine yönelik benim düşüncelerim çok değişti. Çünkü her geçen gün Kürt meselesi ile PKK ve BDP -ki o partide çalışmış bir insanım ben- ile ilgili yeni şeyler öğreniyordum.
Bu savaşın hakikatlerini, Taraf gibi bir gazete yazmasaydı, Ergenekon operasyonunda ortaya çıkan o müthiş çarpıcı belgeler olmasaydı, Türkiye’nin nasıl bir savaşın eşiğinden alınıp adeta yeniden normal mecrasına sokulduğunu hiç birimiz bilemeyecek, hem de hiç bilmediğimiz nedenlerle kendimizi bir iç savaşın içinde bulacaktık. Buna inanarak söylüyorum. Dolayısıyla gerçeğin bilinmesine yönelik Türkiye’nin içinde bulunduğu güçlü hamlenin meydana gelmesinde sizin gibi sivil toplum örgütlerinin çabası var. Başka entelektüel grupların, liberal kesimlerin ve tabii ki AKP’nin de olağanüstü bir çabası var. Bunların hepsi de çok önemli. Ama bu duruma muhalefet eden bir grup da var. Türkiye’de sanki hiçbir şey olmamış gibi davranılmasını isteyen, Ergenekon önemsiz bir şey diyen,17 tane faili meçhul cinayetin unutulmasını talep eden ve Dersim hafızasına modern bir devrimin doğal sonucu diyebilen insanlar, gruplar ve partiler var. 1980, 12 Eylül darbesi Kürt hareketinin Türkiye tarihi gelişiminde önemli bir kırılma noktasıdır. Kürtler kitlesel olarak büyüyen bir takım siyasi hareketlerle karşı karşıyadırlar. Kürt-Türk siyasi hareketleri arasında ciddi bir ayrışma var. Kürtler deyim yerindeyse farklı bir kaderi yaşamak için yola çıkmışlar, küçük bir kısmı silah öneriyor. Silah önermeyen büyük grup ise Diyarbakır belediye seçimini kazanacak kadar güçlüler. Böyle bir tabloda 12 Eylül yaşandı, üstünden 3-4 yıl geçti ve Türkiye’de bir normalleşme oldu. Ancak Kürt hareketinin o demokratik mecradan uzaklaşması için cezaevinde öyle bir program uygulandı ki oradan tahliye edilenlerin dağa çıkması için adeta her şey yapıldı. Biliyorsunuz Diyarbakır Cezaevi dünyanın en berbat 10 cezaevi arasındadır. Metris’te de çok işkence yapıldı, Mamak’ta da öyle ama bu işkenceler, uluslararası ölçülere göre en berbat cezaevleri arasına girecek kadar değildi.
Müthiş bir askeri despotizm uygulandı. Artık Kürtlerde demokratik yöntemlerle, bu devletten hak almak mümkün değil düşüncesi hakim olmaya başladı ve PKK bu sürece denk gelen bir siyasi hareket oldu. O sözünü ettiğim şiddet önermeyen gruplar, zaman içinde tasfiye oldular.
1974 yılında Kemal Burkay tarafından kurulan Kürdistan Sosyalist Partisinin ben de üyesiydim. Biz parti olarak şiddete sıcak bakmıyor, Türkiye’de Kürt meselesinin demokratik bir şekilde çözülebileceğine inanıyorduk. Tamamen siyasi fikirlerimizden dolayı Diyarbakır Askeri Mahkemesi tarafından yargılandık ve ceza aldık. Bu yüzden 6 buçuk yıl Diyarbakır Cezaevinde kaldım. Bu yanlış politika ve uygulamalarla Kürt hareketinin ılımlı kanadı, demokrasiyi savunan kısmı 12 Eylül’de tasfiye edilmiş oldu. Sonra da PKK’nın o sözünü ettiğim köylü kısımla buluşması sağlandı, ardından Suriye’de ve dağda mevzilenen PKK, Türkiye’de bir gerilla savaşı başlattı.
Ben o zaman hapisteydim 4 yıl sonra 88’de tahliye oldum. İçerden ne oluyor ne bitiyor tam izleyemiyorduk ama öyle bir işkence yaşamış olmamıza rağmen hiç birimizin aklına, gidecekler dağa çıkacaklar, karakol basacaklar, bir gerilla savaşı başlayacak gibi şeyler gelmiyordu. Bizim kaldığımız koğuştaki PKK’lılar bile hayrete düştüler ama bizim başlattığımız bu mücadele bitmedi diye eylemleri memnuniyetle karşıladılar. 1980’den 90’a kadar muazzam bir çatışma yaşandı. Bu çatışma Kürt siyasi hareketinde giderek milliyetçiliği teşvik eden, her iki halkın ortak yaşam alanlarını tehdit eden, bir takım linç olaylarına yol açan, ırkçılığa, dışlanmaya, ötekileştirmeye açık bir yönelim doğurdu. Bu arada tabi medyanın da bu yönelime büyük katkıları oldu. Her iki halkın ilişkilerinde muazzam gerilim ve kırılmaların yaşandığı bir dönemdi ve bu dönem 20-25 yıla yakın zamandır sürüyor. Türkiye dünyanın değiştiği bir zaman dilimi içerisinde içine kapandı, bütün sorunlarını ulusal çekmecesine kilitledi ve askeri vesayete teslim oldu. Askeri vesayet diyoruz ama sadece askeri operasyonlarla değil, bu vesayet cumhuriyet kurumlarıyla da yaşandı. Siyasi partilerin rotasını belirleyen Milli Güvenlik Kurulu, aldığı kararlarla kime düşman olacağımıza karar verdi. Bu düşmanlar zaman zaman İslamcılar oldu, zaman zaman Kürtler, zaman zaman da Yunanlılar oldu vs.
Diğer taraftan bölgede tamamen bir iç savaş vardı ve o iç savaşın hakikatini kimse bilmiyordu. Medya da bunu gizleyen bir tutum takındı. Dağa çıkmış çapulcu ve eşkıyalarla mücadele eden Türk ordusu konsepti içinde haberler yapıldı. Ama hakikat farklı bir şeydi ve hakikat PKK’nın neden bu kadar büyüdüğü ve siyasallaştığının içinde saklıydı.
Bu tarihi çerçeveden sonra şimdi iki yıllık açılım sürecine bakalım.
Öcalan’ın 1998’de Türkiye’ye getirilmesiyle başlayan bir süreç bu. Çok özetle söylemek gerekirse 1999’dan başlayan bu süreçte bir takım hesapların yapıldığını bizler yeni öğreniyoruz. Balyoz operasyonuyla, İmralı’nın subaylarının bugün Ergenekon bağlantılarıyla yargılanan subaylar olması gibi bir çok şey yeni ortaya çıktı. Mesela o karakol baskını; en son bu 4 askerin İskenderun’da öldürülmesiyle ortaya çıktı ki bu olayda aynı zamanda Jitem üyesi olan bir meclis üyesinin arabası kullanılıyor. Bunu yapanların gerilla olduğu söylense de kim oldukları belli değil. Bu son 10 yıl Türkiye, Kürt meselesiyle hem savaşın hakikatleri bakımından hem de Kürtlerin talepleri bakımından ciddi bir yüzleşme yaşıyor. Bu elbette Türk toplumu içinde travmatik bir durum. Çünkü yıllardır Kürt diye bir halk yok, Kürtçe diye bir dil yok denmiş, bunlar aslında dağda yürüyen kart kurt sesi çıkaranlar, aslında Orta Asya’dan geldiler vs. denmiş. Bunların yoksulluk sebebiyle dağa çıktığı söylenmiş. Kimlik talepleri falan yok, karınlarını doyurmak yeterli diye düşünülmüş.
Bugün Türkiye’nin bir Kürt sorunu var, bu yeni bir sorun da değil. Kürt meselesi ve Kürt hareketi farklıdır diyen kadar, Kürt meselesini PKK meselesinden ayırmak mümkün değil diyen de var. Çünkü PKK, Kürt siyasi dinamiğinin merkezinde yer alıyor. PKK’nın uyguladığı şiddetin iki halkın hafızasında derin yaralar açtığını söyleyelim tamam ama bir de realite var. Bu da şu: Bu hareket bugün Türkiye siyasetinde bir grup kurabilecek kadar, bölgede önemli şehirlerin belediyelerini alabilecek kadar, il genel meclislerinde AK Parti’ye ortak olabilecek kadar güçlü. Ama burada şunu belirtmek istiyorum, hem siyasi manada hem de birlikte yaşamamızı sağlayacak imkanların yeniden düşünülmesi için Kürt meselesinde yapılacak en önemli şey PKK’nın silahsızlandırılmasıdır. Yani Kürtlerin dağdan indirilmesidir. Tabi bu adamlar diyor ki: Biz piknik yapmak için değil, bazı talepler nedeniyle dağa çıktık, dolayısıyla bu taleplerin karşılandığını görmeden silah falan bırakmaya niyetimiz yok. Temel sorun burada başlıyor. Diyorlar ki, liderimiz İmralı’da tutuklu, ilk etapta onun ev hapsine alınmasını istiyoruz. O barışı İmralı şartlarında inşa edemez. Bunlar, PKK ve BDP’nin ortak talebidir. Fakat tabi PKK’ya karşı bu toplumun hafızası o kadar yaralı ki AK Parti dahil hiç bir hükümetin kısa vadede böyle bir şeye cesaret etme ihtimali görünmüyor. O zaman işte açılım dediğimiz süreçte mesafe alınamıyor. TRT ŞEŞ’i açıyorsunuz, üniversitelere seçmeli ders koyuyorsunuz, kürtlüğün ve Kürt kimliğinin tanınması için bütün engelleri ortadan kaldırıyorsunuz ama artık Kürtler öyle bir hale geldi ki siyasi özerklik de istiyorlar. BDP’nin 20 yıllık yasal Kürt siyasi hareketindeki rolü geldi, demokratik özerklik talebine dayandı.
Gelinen noktada ben şöyle düşünüyorum; bir normalleşme süreci yaşanmadan Türkler ve Kürtler arasında siyasi bir sözleşme yapmak çok zor. Önce bu şiddetin hayatımızdan çıkması lazım. Kürtlerin şöyle deme hakkı yok; eğer bana hak vermezsen ben seninle savaşırım, senin askerini, polisini öldürürüm. Bu bir çıkmaz sokak, buna hiçbir şekilde başvurmamak lazım. Devletin de dönüp, sen bunu yaparsan ben de seni imha ederim, falan köylerini de haritadan silerim, deme hakkı yok. Her iki kesimin de şiddete karşılık şiddet vermeye hakkı yok. Zaten bence bu ateşkes sürecinin, bu açılım sürecinin başlamasının en önemli faktörü artık tarafların savaşın sürdürülemeyeceğini görmüş olmasıdır. PKK’lı yöneticiler bunu her yerde söylüyorlar; savaştan artık bir şey olmaz diyorlar ama 2-3 ayda bir ilan ettikleri sonra kaldırdıkları ateşkes konusunda da farklı bir halleri var. Ben de konuştuğum zaman Kürtlere diyorum ki, Türk toplumunu tehdit ederek Kürlerin haklarını kazanamazsınız. Türk toplumu bunu bir tehdit olarak algılıyor ve bunlar ana dilde eğitimi de hak etmiyorlar diyor. PKK da bunu anlamıyor ve yeniden savaşı bir imkan gibi kullanarak hak kazanabileceğini sanıyor. Bu çok büyük ve hiçbir faydası olmayacak bir handikaptır. Peki bu normalleşme nasıl olacak? Uluslararası güçlerin de devrede olacağı ve PKK’nın da kabul edebileceği bir silahsızlanma programı yapılmalı. Çünkü ister kabul edelim, ister etmeyelim ama Kürt meselesi artık bir uluslararası sorundur. Bunu milliyetçi reflekslerle çözmemiz çok zor. 1500 gencin, toplu mezarlarda gömülü olduğu söyleniyor. Bunlar gerilladır, sivil insanlardır bu noktada bu çok önemli değil. Bu rakamın kendisi bile büyük bir hakikattir. Bunun üzerinden tekrar bir savaş konsepti yaratmak ve bu savaş konsepti ile yol alacağını düşünmek büyük bir yanılgıdır.
Türkiye bu şiddet meselesi ve savaşın hakikatleri meselesinde bilgisini, deneyimini ve hafızasını tazeledikçe siyasi çözüme o oranda yaklaşmış olur. Burada BDP’nin tarihi bir rolü ve misyonu var. Hepimiz biliyoruz ki PKK tabelasıyla Diyarbakır veya İstanbul’da politika yapmak mümkün değil. Böyle bir şeye gerek de yok aslında. Türkiye’nin artık kabul ettiği parlamentolar grubu var. Daha önce, dağa çıkmış Kürtlerden nefret ettiği kadar kravat takan, Ankara’da politika yapan Kürtlerden de nefret etti bu devlet. Her ikisi birlikte yürüdü. Ama ikinci nefretin Türk toplumunda bir karşılığı yok. Yani Türk toplumu bugün BDP’ye karşı eleştirel yaklaşıyor ama o partinin mecliste gerekli olduğunu da düşünüyor. Ama herhalde bunlar PKK çatısı altında olacak şeyler değil. Dolayısıyla PKK meşru siyasi zemine çekilerek elinden silahlarının alınması gerekli ve mümkündür.
Ben Ergenekon için de aynı şeyleri düşünüyorum. Ergenekon’un sadece Balyoz planını hazırlayan küçük bir grup olduğunu düşünmüyorum. Bu bir zihniyettir. Beğenelim beğenmeyelim, bu zihniyet bugün CHP’yi kitle partisi haline getirmeye çalışıyor. CHP’deki çatışma da budur aslında. Bir takım insanlar buna muhalefet ediyor ama bunlar çok cılız kalıyorlar. Dolayısıyla Ergenekon’un da meşru yöntemleri kabul etmesi ve siyasi meşruiyet içinde kendine alan açması gerekir, böylece bu fikrin de normalleşmesini sağlamak lazım. Bu normalleşme meselesinde 2011 seçimlerini bir dönüm noktası olarak görüyorum. Ve belli ki Türkiye 2011’den sonra yeni anayasasını konuşacaktır. Yeni anayasa için Türklerin de Kürtlerin de anlaması gereken şu bence: Artık birbirimizi yeniden etnik kimliklerimiz üzerinden tanımlayamayız. Bizim anayasamız kimin ne kadar Türk olduğuna karar veren bir anayasa olamaz. Bu bir toplumsal barış anayasası olmak zorundadır. Anayasamız bizleri, temel haklarımız açısından etnik kimliğimiz, siyasi, cinsel, inanç tercihlerimiz her ne olursa olsun eşit yurttaşlar olarak tanımlamak zorunda. Çok uzun bir anayasaya da ihtiyaç yok. Anayasanın değiştirilemez olan ve Türklük üzerinden tanımlanan bu maddelerin değişmesi bile Kürt meselesinin çözümü konusunda önemli bir adım olur. Tıpkı TRT ŞEŞ’in açılması gibi, TRT ŞEŞ geç kalmış ama Türkiye şartlarında olağanüstü bir atılımdı. Bugün Türkiye’de farklılıklarımızla bir arada nasıl yaşayabileceğiz sorusuna makul cevabı olanlar kazanacaktır. AK Parti ve onun dışındaki statükonun değişmesinden yana olan partiler ve sivil toplum örgütleri bu değişim sürecinde belirleyici olacaktır. 80 yıllık Cumhuriyet tarihindeki bu çatışma hem Türklere hem Kürtlere şunu göstermiş olmalı; bir arada ve bu ülkede yaşayacağız. Türkiye’de her iki halkın iç içe geçmişliği İstanbul gibi bir şehrin dünyanın en büyük Kürt şehri olması, Diyarbakır’ın yüzünün Erbil’e değil İstanbul’a dönmüş olması bütün bu siyasi irademizin dışında gelişen sosyolojik hakikatler şunu ortaya koyuyor; Türkiye’de Türkler ve Kürtler ve başka halktan insanlar bir arada yaşamaya mecburdur. Bu mecburiyete inanmak lazım. Bu mecburiyeti farklı bir şey haline getirmek herkesin görevi. Hazar Derneği de bu bakımdan konuyu gündeme alarak, üzerinde düşünmeyi teşvik ederek çok önemli bir iş yapmış oldu.
Not: Bu metin, Orhan Miroğlu’nun 26 Şubat 2011’de Hazar Derneği’nde verdiği seminerin deşifresinden hazırlanmıştır.