İslami Kadın Hareketi: Özel Yaşam Alanından Kamusal Alana Müslüman Kadın

Hazırlayan: Yorum yapılmamış Paylaş:

OSMANLIDAN GÜNÜMÜZE KADIN HAREKETİ
-V-

Prof. Dr. Ömer Çaha 4 Aralık 2010

Türkiye’de İslami kadın hareketinin iki zemini var. Bunlardan bir tanesi, başörtüsü mücadelesidir. 1960’dan itibaren, kamusal alanda Müslüman kadının tesettürüyle boy göstermesiyle başlayan mücadele zemini ve o mücadele zemini üzerinde kadının kendini var etme çabası var. İslami kadın hareketi diyebileceğimiz bir şey varsa onun bir boyutu bununla ilgili, yani bir kulvar bu. Diğer kulvar da; İslami kesimde kadın erkek ilişkisine, kadının toplumsal ve siyasal rollerine ilişkin meydana gelen değişim ve bu değişimle beraber kadına bakış. Türkiye’de İslami kadın hareketini ele alırken bu iki kulvarı da göz önüne almak gerekir.

Birinci kulvardan başlarsak, tek parti döneminde kadına yüklenen bir misyon var. Kamusal alana gelen kadın örtüyü bir kenara bırakıyor. Bu sadece beyaz yakalı yani prestijli işlerde değil; aynı zamanda tütün, sabun, kibrit gibi fabrikalarda çalışan kadın işçilerin de başları açık. Dolayısıyla böyle bir psikolojik zemin var, öyle anlaşılıyor ki çalışmak örtünmeden kurtulmakla özdeş bir noktaya gelmiş durumda. Bu en azından 1950’lere kadar böyle. 1950’de çok partili hayatla beraber yeni bir Türkiye ortaya çıkıyor. Bu yeni Türkiye, özgürlüklerin önünü açan bir Türkiye. Daha önce yer altına indirilen sivil toplum örgütlerinin, kamusal alana girmeye başladıkları bir Türkiye.

1935’de, Türkiye de bir tane dernek kalmamış hepsi tasfiye edilmişti. Muhalif medya bastırılmıştı. Dolayısıyla resmi ideolojiyle bağlantılı olmayan sivil, politik, ya da entelektüel anlamda faaliyet gösteren herhangi bir oluşuma 1950’lere kadar rastlamıyoruz. 1946’da çok partili hayata geçiş maceramız ve 45’ten hemen sonra onun yeni doğan dünyayla çok yakın bir bağlantısı var. Faşist rejimler, birinci dünya savaşından yenik çıktılar. Bunların yenik çıkmasıyla beraber de iki kutuplu yeni bir dünya doğdu. Kutuplardan biri demokratik rejim, diğeri de sosyalist rejim idi. Böyle ikili bir dünyada da Türkiye yerini almak durumundaydı.

Türkiye ya sosyalist cephede yer alacaktı ya da demokratik cephede, Batı blokunda yer alacaktı. Türkiye’nin aşağı yukarı yüz-yüz elli senedir devam etmekte olan modernleşme cephesini dikkate aldığımızda; Doğu cephesinde, sosyalist cephede yer almaya müsait bir birikimi yoktu. O bakımdan Batı cephesinde yer almak zorundaydı. Kimisi bunu İsmet Paşa’ya borçlu olduğumuzu falan söyler. Haklılık payı da var, İsmet Paşa demokrasinin önünü en azından tıkamamıştır. Ama tarihsel, uluslararası ve içsel sosyolojik, politik koşullar Türkiye’yi zorunlu olarak çok partili hayata götürmüştür.

Şunu unutmayalım Cumhuriyetin kuruluşundan önce Türk toplumu 1876, 1908, 1912, 1914 te olmak üzere dört seçim yaşadı. 1908, 12 ve 14 seçimleri çok partili seçimler; otuz tane siyasi parti var. Böyle bir gelenekten geliyorsunuz, 1923’le 1945 arası, aşağı yukarı 22-23 sene tek partili sistemle yönetiliyorsunuz. Toplumun bunu kabullenmesi, tümüyle özümsemesi tabi ki mümkün değil. Alttan bir takım kıpırdanmaların, tepkilerin olması kaçınılmaz.

O bakımdan 1923 ile 45 arası dönemi demokratik süreç içinde bir kesinti, bir darbe dönemi gibi tasavvur etmek de mümkündür. Çünkü özellikle de kadın haklarıyla ilgili 1842’den başlamak üzere her yeni sene, kadınlara yeni haklar getiriyor. Özellikle kadın tarihli bir yorum yapacak olursak, demokrasiye doğru geçiş yapan bir süreç var. O süreç 1923’le 1945 arası kesintiye uğramıştır. Dolayısıyla 45’te olan aslında bu sürecin önünü açmak diye yorumlanabilir.

Çok partili hayata geçişle, Cumhuriyet Halk Partisi dini özgürlüklerin önünü açmaya başladı. Bu dini özgürlüklerle ilgili daha önce 1930’ların başında İmam Hatipler kurulmuştu, sonra kapatıldı ve tekrar açıldı ve bu Cumhuriyet Halk Partisi eliyle oldu. Kur’an Kursları açıldı, Kur’an eğitimi serbest bırakıldı, seçmeli statüde ortaokula din dersleri kondu. Bütün bunlar dini özgürlüklerin önünü açma şeklinde okunabilir. Nitekim 1950’ye geldiğimizde de çok partili hayata geçişle beraber, dini kesimler daha fazla özgürlük havası hissetmeye başladılar.

Demokrat Parti hareketini, bu anlamda demokratik bir halk hareketi olarak okumak lazım çünkü arkasında çok büyük bir halk desteği vardı. Aşağı yukarı sistemin mağdur ettiği her kesim bu tarihlerde Demokrat Parti’nin arkasındaydı. Kimler var? Birincisi cemaatiyle, tarikatlarıyla bir İslami kesim var, etnik gruplar var, Kürtler var, Aleviler var, solcular var, illegal sol partiler var, komünist partiler var, gayrimüslimler var, yeni olarak devletten bağımsız yükselen burjuvazi var, genel olarak muhafazakar kesimler var. Bütün bunlar Demokrat Parti’yi desteklemiştir.

Demokrat Parti 1946’da meclise girdiğinde, Demokrat Parti milletvekilleri meclisin sol tarafında, CHP’liler sağ tarafta oturuyorlar. Bu sağ-sol ayrımı Fransız Devriminde, devrimi yapan iki grubun senato binasındaki oturma düzeninden yola çıkılarak yapılan bir tanımlamadır. Sağda oturanlara sağcı, solda oturanlara da solcu denmiştir. Oradan hareketle bizimkiler de bu şekilde Demokrat Parti’yi sol bir parti olarak tanımlıyorlar. Hatta Adnan Menderes’in bir gazeteciye verdiği beyanat var: Gazeteci, “Siz neredesiniz”? diyor. O da, “Biz CHP’ye göre dört parmak daha soldayız.” diyor. Onun için tam da Avrupai anlamda Demokrat Parti sol olarak tanımlanıyor.

Günümüzde de Türkiye’deki sağ-sol partileri analiz ettiğimizde, Türkiye’deki sağ partilerin Avrupai anlamda solda yer aldığını söyleyebiliriz. İdris Küçükömer “Düzenin Yabancılaşması” adlı kitabında, İttihat ve Terakki’den itibaren Türkiye’deki sol ve sağ partilerle ilgili bir tasnif yapıyor. İttihat ve Terakki ve bunun devamı olan Cumhuriyet Halk Partisi, DSP gibi partileri sağ partiler olarak tanımlıyor. Bu partiler; devletçi olmaları, statükocu olmaları, muhafazakâr olmaları, değişim karşıtı olmaları, özgürlüklere karşı ve de kapalı olmaları gibi özelliklerinden dolayı Avrupai anlamda sağcı partilerdir.

Cumhuriyet Halk Partisi’yle ilgili “Avrupa’daki Hristiyan demokratlar gibi bir reflekse sahip” diye bir yazı yazmıştım. Gerçekten de analiz ettiğinizde biri daha dinsel, yani Kemalizm’i Atatürk’ün tanrılaştırılmasını falan dikkate aldığımızda, aslında orda da bir nevi dinsel bir söylem var. Sorgulanmayan, değiştirilmeyen, eleştirilmeyen kutsallar var ve bu kutsallar üzerinden statükocu bir refleks var. CHP’nin tavrı da bir anlamda böyle ve bu nedenle Avrupa’daki Hristiyan demokratları andırıyor.

Demokrat Parti’nin Türkiye’de açmış olduğu yeni sayfa, esas itibariyle imkân ve fırsatlar sayfasıdır. Demokrat Parti’nin en önemli çalışma alanı eğitimdir. Eğitim alanında Türkiye’deki performansını, on senelik süreç içerisinde, aşağı yukarı on katına çıkarmıştır. Cumhuriyet Halk Partisi eğitim üzerinde bu kadar durmasına rağmen, tek partili dönemde okullaşma anlamında çok ciddi bir performans gösteremedi. Toplamda iki tane fakülte açmıştır. Tek partili dönemde yeni üniversite yoktur. İki üniversite var; İstanbul ve Ankara Üniversiteleri, bunlarda Osmanlı döneminden kalmadır. Demokrat Parti yeni üniversiteler açıyor; İzmir’de, Ankara’da Ortadoğu Teknik Üniversitesi, İstanbul’da yeni üniversiteler, fakülteler, liseler vs.

Demokratların sloganı şu; “Her mahalleye bir tane milyoner, her ile bir tane lise.” Dolayısıyla eğitim alanındaki bu reformlar, çalışmalar herkes için fırsat alanı oluşturdu. İslami kesim de bu fırsatlar alanı üzerinde, hem eğitim hayatı içerisinde hem kamusal alanda boy göstermeye başladı. Şöyle bir tez var: Türkiye’deki bu demokratikleşme İslami kesimi hem demokratik rejime entegre etmiştir, demokratik sistemin bir aktörü haline getirmiştir ama bir taraftan da aslında İslami kesimin de demokratik değerleri bu demokratik süreçle beraber özümsemesini, daha uzlaşmacı bir karakter kazanmasını sağlamıştır.

“Türkiye’de radikal İslam neden gelişmiyor?” sorusuna verilen cevaplardan biri bununla bağlantılıdır, ben de bunun kısmen doğru olduğunu düşünüyorum. Son 50 – 60 seneki sürece baktığımızda İslami kesim demokrasinin gelişmesiyle birlikte bu sürece entegre oluyor ve bugün geldiğimiz noktada Ak Parti örneğinde olduğu gibi de sürecin de ana aktörü haline gelebiliyor. Cemaatlere baktığımızda, onları bu sürecin lokomotif gücü olarak görebiliriz. Türkiye’yi Avrupa Birliği eşiğine getiren de Türkiye’deki bu İslami oluşumdur. Siyasi veya cemaatsel boyutları itibariyle bu bir realitedir. Dolayısıyla demokratik süreç aynı zamanda İslami kesimin dönüşmesini sağlıyor. Onu dönüştürürken kendisi de oradan değerler alarak radikalize, ekstrem bir demokratik sistem olmaktan çıkıyor.

1960’lar, İslami kesimden kadınların örtüleriyle kamusal alanda boy göstermeye başladığı tarihtir. Tabi ki bu tarihte cemaatlerin, özellikle de Risale -i Nur ve Süleymancı cemaatin aynı zamanda Kur’an Kursları ve İmam Hatiplerde yetişen kuşakların yavaş yavaş üniversiteye akın etmeye başladığını görüyoruz. Sene 1961’de, Fevziye Nuroğlu yapılan bir mülakatta şunu söylüyor: “1961 Türkiye’de tesettürlü okuyan dört kişiydik. Tıp fakültesinde Doktor Gülsen Ataseven, matematik fakültesinde Hayriye ve Nuriye Adlan, İstanbul Kız Lisesi’nde Meral hanım ve eczacılıkta da ben. Nişantaşı hiç örtüye alışkın bir semt değildi. Bir gün altı yaşındaki bir çocuk beni görünce, ‘ay öcü geliyor’ diye kaçtı resmen. Bir gün sandviç almak için bir büfeye gittim, kız bana “Çok af edersiniz bir soru sorabilir miyim?” dedi, “Sor’ dedim, “Kel misiniz?” dedi.

Başka bir gün okul kantininde parti yapıyorlarmış. Kantine girdim, tam alkışlayacakları sırada beni gördüler, elleri havada kaldı. Bir ara tüberküloz olup okula iki yıl ara vermiştim, okula tekrar döndüğüm ilk gün bunlar merdiven başında dizildiler, hep beraber “Âmin, İlahiyatçı geliyor” diye tempo tuttular, benim onların protestosuyla geriye dönüp okulu terk edeceğimi sandılar. Ben geriye dönmeyip vakarla bir asker gibi yürüdüm. Arkamdan gerici, irticacı diye bağırmaya başladılar.” Bu çarpıcı alıntı aslında Türkiye’nin 1960’lar itibariyle sosyolojik yapısı konusunda bir resim sunuyor.

1960’lar, İlahiyat çevrelerinden İslam’da kadınla ilgili çalışmaların yapıldığı dönemdir. Hayrettin Hoca’nın, Bekir Topaloğlu’nun “İslam’da Kadın” kitapları yayınlanır. Bunlar iki şey söylemeye çalışırlar: bir, “Bakın aslında İslam’da da kadınlar ne kadar özgür, ne kadar eşit.” İslam’da kadını anlatan çalışmaların hemen hepsinde, İslam öncesi döneme Roma’ya, Antik Yunan’a, İslam öncesi cahiliye Arap toplumuna vurgu yapılarak, İslam’ın kadını ne kadar eşitlikçi bir hale getirdiği anlatılır. Onun üzerinde de meşrulaştırıcı bir söylem geliştirilir ama bir taraftan da buralarda hem dini hem seküler ilmin kadınlar için nasıl farz olduğunun ve kadınların bunu nasıl edinmesi gerektiğine ilişkin de bir düşüncenin temeli atılmış olur.

Böylece o tarihlerde kadınların okumasına ilişkin bir entelektüel çabayı da görmekteyiz. Şule Yüksel Şenler tam da bu zamanlarda ortaya çıkıyor. Kendisi elit bir ailenin çocuğudur, eğitim almıştır, yine elitlere hitap eden bir gazetede yazmaktadır. Böyle bir kadının örtüye bürünmesi bir takım kesimler üzerinde şok etkisi yapar çünkü o dönemde örtü kapıcıların eşleri, hizmetçiler içindir; onlarla eş değerdir. Örneğin İş Bankası’nda başı açık hizmetçilerin, çaycıların başını örtmesi isteniyor. Bu şekilde bir imaj, bir zihniyet üretiliyor ve tesettür aşağı sınıfa ait bir şey olarak kodlanıyor. Bu nedenle Şule Yüksel Şenler’ in kapanması medyada epey tefrika edilir, tartışılır, konuşulur. Aynı zamanda Şule Yüksel Şenler başörtüsünü çok zarif bir hale getirmiştir. Ben, Cumhuriyet dönemindeki gazete ve dergileri analiz ettim ve ilk tesettürlü kadın fotoğrafını 1971 veya 1972′ de Milli Gazete ’de bir kadın ekinde gördüm.

Şule Yüksel Şenler başörtüsüne büründükten sonra tebliğe başlıyor. Örtünmenin Müslüman kadınlar için gerekli ve önemli olduğuna ilişkin konferanslar veriyor. Bu konferanslar dönemin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın tepkisini çeker. Cevdet Sunay “Haddini bilmez bazı kadınlar, kadınları yoldan çıkarmaya çalışıyor.” şeklinde bir beyanat verir. Şule Yüksel Şenler de “Günaha girdiniz” der ve Sunay’ ı tövbeye çağırır ve Sunay’ a hakaretten üç sene ceza alır. Nitekim cezaevine girer fakat sonradan Sunay onu affeder. Şenler affı kabul etmez. Üç sene cezasını çektikten sonra çıkar. Bu olay Şule Yüksel Şenler’i dini kesimin gözünde bir kahraman haline getirir ve ondan sonra konferans vermesine ilişkin yoğun talepler gelir ve her gün ülkenin başka bir şehrinde konferanslar verir.

Bu konferanslar; kadınla, kadının örtünmesiyle, dini değerlerle vs. ilgilidir. İslami kesimin çıkardığı “Kadın Kimliği” isimli dergi 1996-97’lerde yayınlandı. Derginin alt sloganı, “Kadın gözüyle olaylara, hayata bakıştı.” Dergiyi çıkartanlardan biri de Şule Yüksel Şenlerdi. Büyük ölçüde feminist bir söyleme sahip olan dergi bir kaç sayı sonra kapandı. 60’lara baktığımızda, tesettürlü kadınların üniversite dışında başka alanlarda da boy göstermeye başladığını görüyoruz.

1968’lerde, Ankara İlahiyat Fakültesi’nde öğrenci olan Ali Babacan’ın halası Hatice Babacan’ın yaşadığı olay Türkiye’nin tümüne mal olmuştur. Babacan’ın hocası olan Bahriye Üçok, Babacan’ı tesettürlü görünce tokatlar ve sınıftan atar. Bunun üzerine olay topluma mal olur. Bu tarihlerde Mehmet Şevket Eygi’nin çıkardığı gazete, bu duruma karşı bir kampanya yürütür ve kampanya giderek bütün ülkeye yayılır. Sonuçta o tarihte iktidar olan Adalet Partisi işe el koymak zorunda kalır. Dekan Neşet Çağatay istifa etmek zorunda kalır.

Bir sene sonra Yekta Güngör Özden Ankara Baro başkanıyken, Ankara Barosu’ndan tesettüre giren avukatı meslekten ihraç eder. Bu olayda İslami kesim içinde çok yoğun tartışmalara yol açar. Ama bundan sonuç alınmaz. 1970’lere baktığımızda; Kur’an Kursları ve İmam Hatiplerin açılmaya başlamasıyla beraber, tesettürlü kız öğrencilerin yoğun bir şekilde kamusal alanda görünmeye başladığını görmekteyiz.

Birleşmiş Milletler ’in 1975’i kadın yılı, 1975-85 arasını da “Kadın On Yılı” ilan etmesi kadın konusunun daha da ilgi görmeye başlamasına vesile oldu. Sadece İslami kesimin değil, diğer kesiminde gündemine kadın konusu girmeye başladı.1970’lerde sol grupların içinde ciddi kadın hareketleri gelişti. 1970’lerde Türkiye ideolojik iç savaş eşiğini yaşıyor. 1980′ e geldiğimizde, ortalama günlük ölü sayısı yirmiyi falan buluyordu. Bu ideolojik çatışma, tesettürlü kadın hareketini büyük ölçüde görünmez kılmıştır. Dolayısıyla 1970’lerde başörtüsü konusu çok fazla gündeme gelmiyor. Bu sorunun olmadığı anlamına gelmiyor ama bu ideolojik savaş onu büyük ölçüde perdelemiştir.

1980’lere geldiğimizde; Özal’ın liberal politikaları, sermayenin tabana yayılması politikası, yerel yönetimleri güçlendirme çabası ve en önemlisi eğitim imkânının yaygınlaşmasıyla beraber altını çizdiğim fırsatlar alanı daha da artmıştır. Şunu unutmayalım, Turgut Özal’ın Türkiye’deki en önemli çalışma alanı eğitim konusundaki reformalardır. “Anadolu Liseleri” diye yeni bir konsept oluştu. Bu Anadolu Liseleriyle beraber, ortalama geliri olan bir vatandaşın çocukları da İngilizce eğitim alma imkânına kavuştu ve bu eğitim sayesinde yabancı dil elitlere ait bir şey olmaktan çıktı. Böylece, ortalama gelirli vatandaşın çocuğu da Boğaziçi’yle, ODTÜ’yle tanışmaya başladı. Hatta yurtdışında eğitim görme imkânı elde etti. Bu çok önemli bir sosyal moralizasyondur. İkincisi; üniversite hazırlık kursları, aslında bu alanda çok önemli bir moralizasyona aracılık etmeye devam ediyor.

90’lara geldiğimizde; özellikle 70’lerden beri İmam Hatiplerde eğitim gören jenerasyon üniversitelerde boy göstermeye başladı ve 1984’te Ankara İlahiyat Fakültesi’nde toplu olarak başörtülü öğrenciler görüldü. İlk toplu başörtü yasağı da Ankara İlahiyat‘ta başlamış oldu. Beraberinde de kitle eylemleri gelişti. Bundan sonra başörtüsü yasakları da artmaya başladı. 85-86 yıllarında Ankara Üniversitesi’nde 2 ay süren açlık grevi oldu. MHP’li milliyetçiler de dahil greve herkes destek veriyordu. Sonra Türkeş bir beyanat verdi ve ülkücülerin eylemden çekilmesiyle eylemlerin direnci kırıldı ve başörtüsü eylemleri kendiliğinden sona erdi.

Ardından 1987’de, Adana da YÖK başkanıyla beraber gerçekleştirilen meşhur rektörler toplantısı var. Bu rektörler toplantısının ana gündem maddesi, başörtüsü yasaklarıydı. Herkes oradan yumuşama beklerken, tam tersine bir genel yasak kararı çıktı. 1989′ da Anavatan Partisi, rahmetli Özal başkanlığında sorunu çözmeye dönük kanuni bir düzenleme yapmaya çalıştı ve o düzenleme de Anayasa Mahkemesi’nden geri döndü. Anayasa Mahkemesi problemli bir laiklik tanımı belirledi. Buna göre laiklik, akılcı ve bilimsel düşünceye uygun bir yaşam biçimi idi ve başörtüsü bu tanıma aykırı olan bir yaşam biçiminin sembolüydü.

Hâlbuki Avrupa’nın tarihsel olarak laiklik kavramına baktığımız zaman, laiklik farklı düşünceleri, farklı dini inançları, yaşam biçimlerini bir arada tutan bir araç olarak görülmüş, politik bir araç olarak formüle edilmiştir. Laikliğin arka planında inanç özgürlüğü vardır. Laiklik, devletin herhangi bir inanca dayanmaması, bir inancı politik gücünü kullanarak bir topluma, bireylere empoze etmemesi ve herkesin kendi inancında özgür olmasıdır.

Bu kavramın düşünsel olarak başlama noktası Machiavelli’ ye dayanır. İlk seküler düşünceyi Machiavelli savunmuştur. Onun için de modern düşünceyi biz Machiavelli’ yle başlatıyoruz. Modern düşüncenin üçayağı olan; ulus inşa etme, ulus devlet ve seküler anlayıştır. Ve 1789 Avrupa’sından daha önceleri Amerika’da hayata geçmiştir. Amerika’da bağımsızlık elde edilir edilmez kurulan sistem seküler bir sistemdir.

1980’li yıllarda; demokratik ivmenin, süreçlerin, değerlerin, kurumların yaygınlaşmasıyla, gelişmesiyle beraber İslami kesim bu sürece daha fazla entegre oldu. İlk dönemlerinde Özal’ı desteklediler, Özal sahneden çekildikten sonra, 1990’ların başından itibaren Refah Partisi yükselmeye başladı. Özal dönemindeki Anavatan Partisi’nin muhafazakâr kanadının tasfiye edilmesiyle beraber, muhafazakâr dinamizm Refah Partisi’ne kaydı. Refah Partisi de biliyorsunuz 94’de Tayyip Erdoğan’la beraber İstanbul Büyükşehir Belediyesini aldı ve hemen arkasından 95’de yapılan seçimde birinci parti olarak iktidara geldi.

Bütün olarak 1980’lere baktığımızda, 1980’ler Türkiye’de hızlı değişim ve dönüşüm dönemidir. Belki 2002’den sonrası içinde böyle bir değerlendirmeyi yapmak mümkündür. 1980’lerde çok ciddi şekilde zihniyet devrimi yaşandı. 80’ler Liberalleşme politikalarıyla beraber; Sivil toplumun, demokrasinin, özgürlüklerin pozitif bir anlam kazandığı dönemdir. 1970’lerde, Türkiye’deki sol hareketin söyleminde demokrasi var ama halkçı bir demokrasi var. Bunlar aslında demokraside sosyalist tipi rejim öngörüyorlar. Genel olarak; solda yer alan bütün bu aydınlar, entelektüeller falan bugün anladığımız, insan haklarını esas alan demokrasiyle dalga geçerlerdi. Fakat bunu eleştirirken bir kısmı bir noktaya geldi.

Demokraside şunu anlamak lazım; temelde demokrasi değerlerle, yani insan haklarıyla ilgilidir. Eğer sistem bu değerlere hizmet edebiliyorsa demokratiktir, etmiyorsa orda problem var demektir. Dolayısıyla nereden baktığınız önemli değil. Eğer değerleri kabul ediyorsanız orda çok da bir problem yok. Sosyal demokrasiyle liberal demokrasi arasındaki farklara baktığımızda, sosyal demokrasi özgürlükleri yaşamak doğrultusunda devlete biraz daha fazla görev yüklüyor. Liberal demokraside bunu devlet eliyle değil, biz kendimiz hallederiz düşüncesi yaygın. Hayır kuruluşları, sivil toplum kuruluşları vs. dinamizmi burada kuruyor. Mevzilenme alanı daha çok toplumun kendisi böyle bir ayrım var. Dolayısıyla bu anlamda Özal’la beraber bir demokratik zihniyetinde temellerinin atıldığını söylemek mümkündür. Türkiye’deki siyasi yelpazeyi anlamak açısından, Hasan Cemal’ in “Kimse Kızmasın Kendimi Anlatıyorum” kitabını okumak lazım.

Bu tarafta bunlar olurken öbür tarafta da,1980’lerin sonuna doğru karşı devletçi reaksiyon dediğim bir reaksiyon doğdu. Liberalleşmeye, kaynakların giderek Anadolu’ya akmasına, muhafazakâr kesimin sermaye edinme sürecine, siyasal İslami oluşumların Konya’dan başlamak üzere iktidara gelmesine, karşı bir reaksiyona yol açtı. Hem sivil ayaklarıyla, hem derin devlet ayaklarıyla devletin bir operasyona da giriştiğini söyleyebiliyoruz. En azından bir takım endikasyonlar var. “Atatürkçü Düşünce Derneklerinin” kurulması ve bunların devletin de desteğini alarak toplumsal tabana yaygınlaştırılması, “Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneğinin” ön plana çıkarılması dolayısıyla sivil toplum düzeyinde böyle bir reaksiyon da var.

Ama öbür taraftan da Kemalist kimliği yeniden uyandıracak sansasyonel olayların başladığını görüyoruz. 1989’da Bahriye Üçok’ un ardından Muammer Aksoy’un, Çetin Emeç’in ve çok sembolik bir isim olan Uğur Mumcu’nun 1993’de öldürülmesi. Bilmiyorum hatırlar mısınız, Uğur Mumcu öldürülmeden önceki bir kaç aylık süreçte medyanın en önde gelen ismiydi. Karşı tarafta da dikkat çekecek isimler çıkarılıyordu. O isimlerden bir tanesi Hasan Mezarcı’ydı. Bu tip insanlarla tartışılıyordu ve böylece bir gerilim, bir fay hattı ve fay hattının iki tarafında da teyakkuz halinde bir kitle oluşturuldu. Ve 1993′ de bir suikastla Uğur Mumcu öldürüldü. Uğur Mumcu’nun öldürülmesiyle inanılmaz bir reaksiyon oluştu.

Yani beş yüz bin kişinin cenazesinde olduğu tahmin ediliyor. Hemen arkasında da Özal’ın ölümü ve Demirel’in Cumhurbaşkanlığına gelmesi var. Benim kişisel kanaatim; 28 Şubat dönemi Bahriye Üçok’ un cinayetiyle başlamıştır. Çünkü, rasyonel olarak İslami kesimden insanların Bahriye Üçok’ u öldürmesi için bir gerekçe yoktu. Şunu da söyleyeyim; Bahriye Üçok aynı zamanda İslam’ı yorumlayan bir ilahiyatçı. Benim kişisel kanaatim bir Müslümanın onu siyasi nedenlerle öldürmesinin çok da makul olmayacağı yönünde.

28 Şubat’ın hedefi iki şeydi: biri başörtüsünün kamusal alandan tasfiyesi, biri de başörtüsünü besleyen zemini kurutmaktı. Onlardan biri İmam Hatip ve Kur’an Kurslarının disiplin altına alınmasıydı. Bunlar yapıldı. Ve o tarihlerde çok sayıda kişi mağdur oldu, bir çok dramatik olay yaşandı. İstanbul Üniversitesi tavizsiz bir şekilde yasağı uygulamada bir model olarak seçildi. Ardından bütün bir ülkede yasak devlet politikası olarak yaygınlaştı. 28 Şubat sürecindeki bu iki, üç eylem çok önemli.

Bu üç eylemden biri; 60 tane başörtülü tıp öğrencinin İstanbul’dan başlayıp Ankara’ya kadar yaptığı beyaz yürüyüştü. Bu yürüyüş medyada, özellikle muhafazakâr medyada oldukça ses getirdi. Daha etkili bir eylemin de habercisi oldu. Yürüyüş eylemine katılan Hacettepe Tıp Fakültesinden bir öğrenci, Nazife Şişman’ın kendisiyle yaptığı mülakatta şöyle söylüyor: “Tuzla’dan Gebze’ye geldik, yine coşkulu bir halk bizi karşıladı, size sarılabilir miyiz diye soruyorlar, bu sefer ben utandım. Yola çıkarken Anadolu bizi nasıl karşılayacak diye hiç düşünmemiştim. Onların gözünde biz bir kahramandık ve şimdi anlıyorum, asıl ben onlarla gurur duyuyordum.” diyor. Aslında bu durum halkın da başörtülülerin ne kadar arkasında olduğunu göstermektedir.

Ondan sonra gelen “İnanca Saygı Düşünceye Özgürlük İçin Elele İnsan Zinciri Eylemi” Cumhuriyet tarihinde gerçekleşmiş olan en büyük eylemdi. Halkın bu eyleme karşı teveccühü toplumun bu olayın neresinde olduğuna ilişkin de ipucu veriyordu. “İnanca Saygı Düşünceye Özgürlük İçin El ele İnsan Zinciri Eylemi” İstanbul’dan başladı Hopa’ya kadar, Van’ a kadar kesintisiz devam etti. Bir Boğaz Köprüsü’nde kesintiye uğradı, bir de Bolu da Abant Kavşağı’nda asker durdurdu. Onun haricinde hiç kesintiye uğramadan devam eden bir eylemdi. Tamamen sivil inisiyatifin oluşturduğu eyleme üç milyon kişinin katıldığı tahmin ediliyordu.

Beyazıt önündeki oturma eylemi toplumun oldukça fazla kesimini içine alan çok başarılı bir eylemdi. Heavy metalciler, feministler, solcular, sosyalistler bu eyleme katıldılar. Tam da sivil eylem niteliğinde şenliklerle, neşeyle yoğrulmuş bir acının öfkesinin yaşandığı eylemlerdi. Bu eylemlerin doruk noktasında, Fetullah Gülen’den İslami kesimi şok edecek türden bir açıklama geldi. Açıklamasında, “Kötü niyetli insanların bu eylemin içinde olduğu ve başörtüsünün asli bir mesele olmasından ziyade teferruat olduğunu söylüyordu.” Bu, eylemin direncini de kıran bir açıklama oldu.

Burada şunun da altını çizmek gerekir. Başörtüsü eylemleri, başörtülü kızların giderek daha güvenli daha kendi ayakları üzerinde durabilen, kendi başına yurtdışına gidebilen bir kadın tipini de ortaya çıkmasını sağladı. Hanım hanımcık bir kadından bir birey kadına dönüşme süreci. Bunun anlamlı olduğunu düşünüyorum.

Çapa Tıp Fakültesinde bir öğrenci: “Eylemlerde avazım çıktığı kadar bağırmayı kendime yakıştıramazdım, hatta sokaklara dökülüp yürümeyi de pek akıllıca bulmazdım, ama şimdi ne gidilecek bir okulum vardı ne de çalışılacak bir dersim. Boşluktaydım, bomboş hissediyordum kendimi. İçime kapanıp küçüldüğümü hissettim. Öyle küçüldüm, öyle küçüldüm ki bir rüzgara kapıldım ve birden bire kendimi Beyazıt’ta arkadaşlarımın yanında buldum. İşte o zaman küçük Ayşe büyümeye başladı. Gözümden akan yaşlar artık keder değil, umut ışıkları saçan damlalardı. Hem slogan atıyordum hem de kovulduğum okula doğru yürüyordum.”

Burada aslında bir kadının nasıl politikleştiğini ve bu politikleşmeyle beraber nasıl bir özgüven kazanmasına yol açtığını görebiliriz. Tabi bunun beraberinde nasıl bir öfke ve nefrete de yol açtığını. Çünkü o bütün hayal kırıklıklarının verdiği duyguları da Müslüman kadının yoğun bir biçimde yaşadığını görüyoruz. Burada Sibel Erarslan’ın kitabından bir alıntı yapalım: “Ocak 1998’de üniversitelere başörtüsüyle giren kız öğrenciler fişlenmeye başlar. Kız öğrencilerinin isimlerinin yanına yoklamalarda, imtihan kâğıtlarında, sağlık karnelerinde ve güvenlik fişlerinde ‘T’ harfi konulur. Kadınlar sadece, yalnızca ve kısaca ‘T’ harfiyle işaretlenirler. İsmimin yanına iliştirilen bir ‘T’ harfini Anna Frank’ın yakasına iliştirilen bir siyon rozetine benzetiyorum ve onu bana takanları da Nazilere benzetiyorum.”

Bu durum aslında Kemalizm açısından da çok dramatik. Yüzyılın başında bir reform hareketi olan Kemalizm, yüzyılın sonuna geldiğimizde bir kesimin gözünde Nazilerle özdeşleşmiş bir noktaya gelmiştir. Yani yüzyılın sonuna gelindiğinde Kemalizm özgürlükçü bir modernitenin önünde engel gibi görünmektedir. Başörtü yasakları bir yönüyle de sınıfsal bir mücadele alanı. İşte bu ikinci kulvar. Başörtüsü reaksiyonu üzerinden gelişen bir kimlik, bir kendini bulma durumu var. Birde bu durumun sosyolojik boyutu var.

Demokrat Parti iktidara geldiğinde, 1950′ de kentli nüfus %16, Cumhuriyeti kurduğumuzda % 11’di. Yani tek parti döneminde % 5lik bir kentli nüfus artışı elde etmişiz. Bu muhtemelen nüfus artışıyla alakalıdır. Modernleşme kentlerde gelişir. Bütün modernleşen toplumlarda tarımla uğraşan köylü nüfus azalmıştır. Genel ivme kentleredir ve burada sanayi odaklı bir kalkınma var. Kentlerin nüfusu yüzde 70’ler düzeyindedir. Türkiye’de de şimdi yüzde 70’lere doğru gidiyor. Dolayısıyla Kemalistler 1950’ye kadar köylü nüfusunu köylerde tuttular ve ne yaptılarsa bu yüzde 11’lik kentli nüfus üzerinden yaptılar. Demokratlar yüzde 16’yı yüzde 32’ye çıkardılar. Bu tam da taşradan insanların şehre gelmesi demek. Böyle bir sınıfsal durum da söz konusudur. Kentlerde 60’larda 70’lerde başlayan bu İslami yaşama sürecinin bir de taşradan gelen, oradan beslenen bir dinamizmi, bir arka planı var.

1980’lerde İslami kesimde, başörtüsü konusundan ayrı olarak; kadın konusu, kadının eğitimi ve kadınla ilgili sorunlar yoğun bir biçimde gündeme gelmeye başlıyor. Feminist akımın yayılması, medyanın aile değerlerini alt üst edici yayın politikasıyla giderek kamusal alanı domine etmesi, televizyon ekranları, sinema, modernleşme, kentleşme, bütün bunlar netice itibariyle muhafazakâr aile değerlerine aynı zamanda bir meydan okuma. Dolayısıyla bunlara karşı bir direnme tutumu var. Bunu 85’ten itibaren dergilerin boy göstermesiyle görüyoruz.

1985’te “Mektup Dergisi” yayınlandı, ardından 86’da “Kadın Aile” Dergisi. 1980’lerin sonuna doğru “Kadın Aile” dergisinin tirajı yüz bine ulaştı. 90’larda 27 tane kadın dergisi tespit ettim. Bununla beraber çok sayıda kadın derneği, kadın vakfı var. Kiminin politik duruşu var, kimi hayır amaçlı, kimi eğitim ve kültür amaçlı. Müslüman kadın doğal olarak bu değişim sürecine karşı bir yerde durmaya çalışıyor. Bu durum netice itibariyle tüketim kalıplarına da yansımaya başlıyor. Haşama bunun en tipik örneğidir. Başörtüsü, tesettür defileleri bunun bir göstergesidir. Dolayısıyla muhafazakâr yaşam biçiminin taşralı olmayıp aynı zamanda kentleştiğini, kentli yaşam biçimine de dönüştüğünü görebiliriz.

Müslüman kadın üzerinde çok yönlü etkilerinin olduğunu söyleyebiliriz. Kentleşme başlı başına bir etki, değişim ve medya gibi… Özellikle kadın rollerinin sorgulanması bağlamında iki değişim önemlidir. Bunlardan bir tanesi feminist etkisi diğeri de İslami feminist yaklaşım. İslami feminist yaklaşımın ne kadar etkili olduğu Türkiye’de tartışılabilir ama feminist yaklaşımın etkili olduğunu söylemek mümkündür. Kadın dergileri analiz edildiğinde; kadınların bakış açısı, kadın hakları, eşitlik, kadına karşı ayrımcılık gibi önemli ölçüde feministlerin kamusal alana soktuğu söylemlerin kullanıldığını görüyoruz. İslami feminizmin etkisini ise geleneksel rollerin sorgulanmasında görebiliriz; sahip olduğumuz roller İslam’ın verdiği roller mi yoksa gelenek içerisinde İslam’ın yorumlanmasının bir sonucu mu sorusu gibi…

2005’te Barcelona’da “İslami Feminizm” diye bir toplantı yapıldı. Toplantıda İslami feminizm nedir konusuyla ilgili aşağı yukarı sekiz maddelik bir sonuç bildirisi yayınlandı:

” * İslami feminizm, baskın cinsiyetçi okumalara karşı gelişen bir realitedir.

*İslami feminizm, Kur’an ayetlerine ve Kur’an ayetlerinin erkek egemenliğini meşru görmediği yolundaki güçlü inanca dayanmaktadır.

*Kadınların karar verici mekanizmalara katılımı desteklenmelidir.

*İslami gelenekler temelinde kadınların mülk sahibi olma, bireysel özgürlük ve ekonomik bağımsızlık hakları savunulmalıdır.

*Müslüman kadınların camilere erişebilme hakkı talep edilebilmelidir.

*Müslüman olmayan feministlere İslam’ın en cinsiyetçi ve en gerici yorumlarını tek olası İslami yorum olarak kabul etmemeleri çağrısında bulunuyoruz. Aksi halde hakları için savaşan Müslüman kadınlarla küresel feminist arasında işbirliğini geliştiremeyiz.

*İslam kadınların mevcut statülerini değiştirip onları özgürleştirebilir. Fakat bunun için 21.yüzyılın şartları dikkate alınarak içtihat kapılarının açılması gerekir.

*Küresel feminist hareket İslam içindeki meşru yorumları ve ilkelerin farklılığını dikkate almalıdır.

*Feminizmin tekil ve etnosenatik bir söylemden ibaret olduğunu daha fazla kabul edemeyiz. Artık farklı feminizmlerden söz etmek kaçınılmaz hale gelmiştir.

*Feminizm, daha fazla kucaklayıcı olmalı ve kadınların yerel ve ulus ötesi şartlardaki arayışının meşruiyetini kabul etmelidir. Değişik kadın hareketlerinin farklılığına ve özel doğasına saygı duymalıdır. ”

Burada ana hatlarıyla iki mesaj var: İslami feminizm tartışması yapan kadınların temel söylemi “Allah adildir. O, iki cinsi birbirini tamamlayıcı olarak yaratmıştır. Kur’an’da kadın ve erkek birbirinin velisidir, dostudur. Dolayısıyla birbirini tamamlayıcıdır.” Şimdi böyle bir mantaliteden hareket ettiğimizde, ikisi arasındaki ilişkinin de adalet temelinde bir ilişki olması lazımdır. Yani birinin ötekinden üstün olmadığı bir yaklaşıma sahip olmalıyız.

Tarihteki uygulamalara baktığımızda, erkeğin üstünlüğü bir realite ama bunun arkasında sosyolojik nedenler arayabiliriz. O sosyolojik bağlamı dikkate almadığımız zaman, bunu evrensel bir değer olarak kabul ediyoruz. Hz. Peygamber döneminde dört kadınla evlilik büyük ölçüde sosyolojik nedenlere dayalıdır. Erkekler savaşlarda ölüyor, kadın sayısı çok fazla, belki bu nedenlerden biri ama biz arka plandaki o sosyolojik bağlamı dikkate almadığımız zaman, bunu bir hukuki norma dönüştürüyoruz ve erkeğin üstünlüğünü öngören bir anlayışa geliyoruz. O bakımdan bağlamı dikkate alarak yeniden yorumlamamız gerekir.

Bu iki söylemin sonuçlarına baktığımızda, genel olarak iki yaklaşımın İslami kesim arasında ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Bunlardan bir tanesi geleneksel yaklaşımın muhafaza edilmesidir. Geleneksel yaklaşımda; “Kadının asli görevi anneliktir ve Allah’tan sonra kadının itaat edeceği kişi kocasıdır.” anlayışı vardır. Mektup dergisinden bir alıntı paylaşmak istiyorum: “Muhterem kardeşimiz, Müslüman bir erkeğin kız arkadaşı olamayacağı gibi Müslüman bir kızın da erkek arkadaşı olamaz. Müslüman bir erkek veya kadın karşı cinsle konuşmak mecburiyetinde kalırsa gayet ciddi bir şekilde, cilveli olamadan konuşmalıdır. Konuşurken yüzüne bakmamalıdır. Ayrıca bir kadın ve erkek yanlarında başka bir kadın ve erkek olmadan tek başına konuşamazlar. Peygamber Efendimiz (sav) ‘iki karşı cins yalnız bir arada kalırsa üçüncüleri şeytandır.’ buyurmaktadır. İslam’ı tebliğ ediyorum bahanesiyle hiç bir kimse nikah düşen bir kimseyle yalnız kalamaz. İslam, İslami çerçeve içinde yayılmalıdır.” Geleneksel yaklaşımın böyle bir anlayışı var.

Peki, Her şeyin bu kadar aleniyet kazanmış olduğu kamusal alanla özel alanın arasındaki barikatların eğildiği bir toplumda, biz bu haremlik selamlığın sınırını nerede kuracağız, bu bir soru işareti. İkincisi de daha eleştirel daha sorgulayıcı bir yaklaşım. Meşru ölçüler içerisinde kadın ve erkeğin bir arada bulunabileceğini, kadının annelik temel vazifesi ancak bununla beraber toplumsal hayatta da yer alabileceğini düşünen bir anlayış. Netice itibariyle bu modernleşme öylesine dönüştürücü bir etki yapıyor ki ne yaparsanız yapın güçlü bir su gibi sizi önüne katıp götürüyor.

Özeti hazırlayan: Ayla Kerimoğlu

Not: Bu metin Prof. Dr. Ömer Çaha’nın 4 Aralık 2010 tarihinde Hazar Derneğinde gerçekleştirdiği “İslami Kadın Hareketi: Özel Yaşam Alanından Kamusal Alana Müslüman Kadın” başlıklı sunumunun tarafımızca yapılan özetidir. İzinsiz alıntılanması ve yayınlanması yasaktır.

 

Önceki Yazı

Cumhuriyet Türkiye’sinde Kadın: Kemalist Kadın Kimliği ve Kadına İlişkin Resmi Politikalar

Sonraki Yazı

1980 Sonrası Kadın Hareketi: : Kemalist Kadın Kimliğinden Kopuşların Seküler Temeli

Bunlar da ilginizi çekebilir

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir