İslam Dünyasında Dünyevileşme-2

Hazırlayan: Yorum yapılmamış Paylaş:
Prof. Dr. Ali Bardakoğlu
29 Aralık 2012

 

Hazar Derneği’nde bugün “İslâm Dünyasında Dünyevîleşme” konusunda konuşacağımız konuların hepsi izlenimlerden ibarettir. Her birey Allah’ın kitabıyla/hitabıyla, Rasulünün (SAV) sünnetiyle karşı karşıyadır. Her bir insanda bunların bıraktığı iz/algı farklı farklı olabilmektedir ve bizde oluşan bu algı ve intibalar zanni/subjektiftir. Allah’a hamd olsun ki biz İslam dünyasında, İslami değerlerle iç içeyiz. Efendimiz Muhammed Mustafa’ya salât ve selâm olsun ki bize güzel ahlakını bıraktı; tabiî, fıtrî, insanî, ahlâkî ve metafizik açılardan yüksek bir din anlattı. Getirdiği din, Hz. Âdem’den bu yana bütün peygamberlerin anlattığı üzere, bizim fıtratımızda var olanı hatırlatmaktı.
Bizde ‘Kalu Bela’ (elest bezmi) kavramı vardır. Bütün ruhları Allah yaratıyor ve ahid alıyor. Söz veriyoruz ve Rabbimizi tanıyoruz. O azimle, o iradeyle ve o ahidle dünyaya geliyoruz. Peygamberler de bize, Allah’a verdiğimiz ahdimizi/sözümüzü hatırlattı. Onun için getirdikleri tabiî ve fıtrîdir. Bunların sadece dünyevî, determinist ve rasyonel îzahlarla açıklanması mümkün değildir. İnsanlar peygamberleri görünce ruhlarında, fıtratlarında olan ahitlerini/sözlerini hatırlayıp dünyanın küllendirdiği o cevheri paylaştılar.
Mekke ve Medine Dönemi
Dünyevîleşmenin en harika örneklerinden birisi Mekke müşrikleridir. Bütün putlar, Mekke’deki ticarî hayatın temel unsuruydu. Araplar kutsala bağlılıklarını panayırlar, semboller üzerinden oluşturmuşlardı ve bunu ticarete ve paraya çevirmeyi bilmişlerdi. Hz. Peygamber’e karşı çıkmalarının temelinde o ticarî ilişkilerin berhava olma endişesi vardı.
Kur’ân-ı Kerîm’in, Mekke devrindeki ilk mesajı dünyanın zemmedilmesi oldu. Dünyanın zemmi (kınanması) ve ahiret vurgusu bilhassa ilk Mekkî âyetlerde çok güçlüdür. Kutsalların dünyevî çıkar aracı haline getirildiği, dünyevîleşmiş Mekke sistemine karşı, bu kadar güçlü bir dünya zemmi yapmazsanız dâvet yerine ulaşmaz.
Peygamberimiz (SAV), özel hayatında son derece mütevazı yaşamıştır. Müslümanların izzet ve îtibârı için stratejiler, mücadeleler ve savaşlar vermiştir. Ticaretten sonra Medîne’de İslâm toplumunun şehir-devletinin oluştuğunu görürüz, bu da dünyanın bir parçasıdır. Burada İslâm’ın izzeti, îtibârı ve Allah’ın davetinin bütün insanlara ulaşması için dünyaya açılma durumu ve bir yeryüzüne sahip olma amacı vardır. Yeryüzüne ayakları sağlam basmak, dünyada var olmak, dünyaya hâkimiyet emri gereğincedir. Ayrıca dünyayı terk etmek emri de mevcuttur. Bunların her ikisinin en güzel telif şeklini Peygamberimizde (SAV) görüyoruz. Dünyevîleşmeden kastedilen; Peygamberimizin (SAV) uygulamalarından yola çıkarak dünyayı önemsememek değil, dünyayı âhiretin bir basamağı olarak görmek, denge kurmaktır. Biz âyet-i kerîmede olduğu gibi iyiliği hem bu dünyada hem de öte dünyada yine iyilik için istiyoruz; ki burada kastedilen dünya ve ahiret dengesidir.
Fakat daha sonra İslam Dünyası birçok olaylarla karşılaştı. Peygamberimiz (SAV) vefat ettikten sonra hilâfet kavgası başladı. Sonra belli bir sükûnet sağlandı. İlk iki halife de karizmatikti. Hz. Osman döneminde ise çalkantı başladı. Hz. Ali zamanında sahabe birbirini katletmeye başladı.

Emevîler ve Abbasiler Dönemi

Sonra Emevîlerle birlikte de saltanat geldi. Emevîlerin artıları nelerdir? Meselâ, siyaseti çok iyi bilirler, değerler sistemini oturttular. Eksilerini ifade etmek gerekirse onların döneminde çok fazla sıkıntı oldu, kan döküldü ve çok fazla dünyevîleşme oldu.
Emevî halîfelerinin hayat tarzı değişti. Her iktidar insanı bozar, her iktidarda sapma olur ama Emevîlerde çok erken oldu, sahabî ve tâbiîn devrinde zühd, anlam kaymasına uğradı. O devirde tasavvuf kitaplarında yazılan zühd bölümleri ve seçilen hadisler müslümanları çok farklı bir dünya tasavvuruna götürdü. Bu tamamen yanlış değildi ama ayar/denge çok önemli. Doğrusu dünya çok önemli değildir, dünyaya dalmak şirktir, küfürdür ve Allah’ın dinine ihanettir. Bunların hepsi doğrudur ama siz zühdü anlatırken ve yaşarken öyle bir ayar yapmalısınız ki ‘fi’d dünya haseneten ve fil ahirati haseneh’ de bize öğretilen gibi olmalıdır. Çünkü Allah başka bir yerde; “izzet Allah’a, Rasûlüne ve mü’minlere aittir” buyuruyor. “Allah yeryüzünü îmar eden ve sâlih amel işleyen kullarını halîfe yapacaktır” diyor. İman eden ve sâlih amel işleyen kullarım güç ve kuvvet sahibi olup yeryüzüne egemen olmalılar’ diyor. Dünyanın zemmedilmesi var ama diğer taraftan dünyaya egemen olmadan, dünyayla birlikte yaşamadan, dünyayı önemsemeden yapamayacağınız birçok vecîbe de var. Aradaki âhengi, dengeyi gözetmek Hz. Peygamber’in hayatına bakarak olacaktır.
Emevî-Abbâsî hilâfeti; zühd anlayışında karşı bir tepkiye yol açtı ve o devirde yazılan dünyayla ilgili menfî, abartılı ve sahih olmayan rivâyetler Müslümanların zihin dünyalarını işgal etti. Maddî dünyayı yönetenlere karşılık olarak tasavvufta kutuplar dolayısıyla manevi âlemde saltanat düşüncesi yerleşti. Burada Müslümanlar ikiye ayrıldılar. Dünyayı aşırı önemseyenlerin karşısında onun alternatifi olarak mânevî iktidar alanı, mânevî egemenlik alanları oluştu.
İslâm dünyası tarih boyunca birkaç sıkıntı yaşadı: Moğol istilası ve Haçlı seferleri. Bunların bize maliyetini hesap etmek de tasvir etmek de mümkün değil. Hicri 7. yüzyılda yani 13 asır önce doğudan gelen Moğollar, Fergana vadisini darmadağın ettiler. Burası İslam medeniyetinin beşiğiydi. Maveraünnehir önemlidir. Buhariler, Müslimler, Tirmiziler, Nesefiler, Serahsiler, Kaşaniler…(bütün bizim Hanefî-Maturidi düşüncesi) İslam dünyasının en önemli besin kaynağıydı. Büyük İslam mütefekkirleri farklı kültürlerin kavşak noktalarından çıktı. Hanefi ve Maturidi fıkhı, İslam tasavvufunun beslenme kaynağı Maveraünnehir olmuştur. Moğol İstilası Bağdat’ı da vurdu. Ayrıca Batıdan/Anadolu’dan Haçlı seferleri geldi, Filistin’i, Şam’ı perişan etti. Bir başka acı da Endülüs’ün dağılmasıdır. Bu yaşananların bir hayırlı sonucu oldu, ‘biz nerede yanlış yaptık, başımıza niye bunlar geldi’ diye düşünürken çok büyük mütefekkirler yetişti. Her kriz dönemi büyük İslâm mütefekkirlerinin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır.

Ulus Devletler:

Bizim coğrafyamızın üçüncü kırılma noktası 20. yüzyıldır. Bu dönemde ulus devletler oluştu. İslam dünyasının büyük bir kısmı sömürge altındaydı. Ezik ve mağlûp olan İslâm dünyasında ulusal hareket, milliyetçi söylem revaç buldu. Milliyetçi söylemler kendilerini dinle, din üzerinden ifade ettiler. Aslında bu durum kaçınılmazdır; bir bağımsızlık hareketinin, ortak sosyal hareketin, dindar toplumlarda kendini dinle ifade etmesinden tabiî bir şey olamaz. Bugün Arap Baharına dikkat ettiğinizde iktidarın dinle meşrûiyet sağlamaya çalıştığını göreceksiniz. Aynı zamanda da muhalefet dinden destek alıyor.
Din bizim tarihimizde hem iktidarları hem de muhalefeti destekleyici rol üstlenmiştir. Çünkü dinin çok yüksek idealleri, hedefleri var ve bu herkesin işine geliyor. İslâm dünyasına demokrasi gelmeye başladı. İslam dünyası demokrasiyle, batıyla, özgürlük hareketleriyle tanıştı ve dînî söylem, dînî kavramlar ikinci bir sınava tabi oldu. Bu kez demokrasi ve özgürlüğü din üzerinden ifade etmeye başladılar. Yine laiklik kavramı İslam dünyasına geldi, aslında laiklik bu dönemde kavram olarak geldi, İslâm dünyasında içerik olarak Emevîlerden itibaren vardı. Çünkü Emevîlerle birlikte din işleri ve devlet işleri belli ölçüde zaten ayrılmıştı. Orada ne yaptılar? Siz din işleriyle, fıkıhla uğraşın, bana biat edin, saltanatıma karışmayın, verginizi verin, huzursuzluk çıkarmayın, Hz. Ali’nin çocuklarının peşinden gitmeyin, başka ne yaparsanız yapın anlayışını yerleştirdiler. Bu nedenle İslâmî ilimler ve ondan sonra fıkıh Emevîlerden itibaren dini halkalarla beraber sivil olarak gelişmiştir.
Kamu alanı, iktidarın belirlemesiyle yürüdü. Kamu alanı, Arap örfünün, Hicaz geleneğinin bir parçasıydı ve o minval üzere devam etti. Emevîler döneminden itibaren İslâm toplumlarını din adamları yönetmedi; hükümdarlar, sultanlar yönetti. Onlar yönetirken de bir kısım ulema da onların yanında oldu. Hatta Moğollar’ın bir kısım ulemayı katletmesi, diğer bir kısım ulemayı yanlarına alarak olmuştur. Bu, zararı asgariye indirmek için uygulanan bir içtihattır. Netice itibarıyla ulema toplumları yönetmemiş sadece tavsiyelerde bulunmuştur, dînî ilimler sivil gelişmiştir.

20. ve 21. yüzyıllarda karşılaşılan sorunlar:

Hadiselerin içinde olan insanın, hadiselerin büyüklüğünü kavraması zordur. İslam dünyası şu anda 20 ve 21.yüzyılda birçok meseleyle yüzleşerek yol alıyor. Mesela bir anlamda sosyalist yorumlu İslam diyebileceğimiz Baas ideolojisi ve Liberal İslam ideolojisi gibi.
Bir karşılaştırma yapacak olursak İslam’ın sosyal adalet yorumu daha makuldür. Ama dîni, dünya sistemleriyle yarıştırmaya kalkışmak dîne büyük ölçüde haksızlık olur. Çünkü aynı yapılar değildir, dünya sistemlerinin rasyonel tarafları vardır, din ise çok yukarıdadır. Sen bunu çok subjektif ve bireysel akılla indiriyorsun. Ortak akla karşı bireysel yorumu mücadele alanına sürüyorsun. Bu dönemde laiklikle, demokrasiyle, özgürlükle, milliyetçi hareketle yüzleşen ve İslam adına bir şeyler denmesi gereken manzarayla karşı karşıya kaldık.
Karşımıza bir de kadın hakları sorunu çıktı ve bizim bu konularda karar vermemiz gerekiyordu. Bu konulara, eski ulemayla şu anki bakış tarzımızda farklılıklar vardır. Çünkü artık dünyalarımız farklıdır. Bizim düşündüklerimizin çoğu dış dünyanın bize telkin ettiklerinden ibarettir. Onun için İslam dünyasının zihni kadın konusunda (diğer konularda olduğu gibi) karmakarışık olmuştur.
Önceleri Rahmetli Akif gibi her şeylerini alalım ama ahlâklarını almayalım diye düşünüyorduk fakat pratikte böyle olmadı. Bir eşyayı alırsanız o eşyanın kendine göre arkası, önü, kuralları kaideleri kendiliğinden geliyor. Batılılar gibi şehirler yapalım dedik, yaptık. Ama İslamca, Müslümanca bir hayat kuramadık. Çünkü o şehir arkasında belli bir zihniyetin belli bir değerler yumağının sonucu ortaya çıkmıştır, siz onu aldığınız vakit birçok şeyi farkında olmadan almış oluyorsunuz.
Kadın hakları, feminizm, kadınlara özgürlük konusunda İslam dünyası ve geleneksel din anlayışının zihni karışıktır. Bu bağlamda birçok sosyal sorumluluklar ortaya çıkmıştır: engelliler, çevre vs. gibi. Bu ve benzeri sorunlar Müslümanları kendi 14 asırlık gelenekleriyle içinde yaşadıkları yüzyılın kendilerinden bekledikleriyle yüzleşmek zorunda bırakacaktır.

Dînî düşüncede de neler oldu?

Selefî düşüncenin birçok artıları var, ama bizi gelenekten kopardı, Kur’ân ve metinle yüz yüze bıraktı. Hâlbuki Selefî hareketinin bizi metinle baş başa bırakmasının en büyük riski “metin mi bizi yönlendirecek, biz mi metni konuşturacağız?”ın bir teminatı yoktur. Selefîlik, Kur’ân İslâm’ı, Kur’ân ve Sünnete dönüş, hatta Kur’ân’a göre sünneti anlayalım, Kur’ân eksenli bir İslam tasavvuru gibi bir anlayış geliştirdi. Ama siz metne 14 asır sonra ve bu çağın birçok yüklemeleriyle muhatap olmuş bir kişi olarak gidiyorsunuz, böyle olunca tartışmalar ve sıkıntılar yaşandı. Selefîlik günümüzde geleneklere kutsallık atfetmeye karşı hurafelere, kitaba, sünnete uymayan dini ritüellere karşı vs. bir tepki olarak doğdu ama onun da kendine göre sorunları oldu.

Modernizm ve Sekülerleşme

Bir de ideoloji olarak modernizm tehlikesi ve sekülerleşme kavramı ortaya çıktı. Sekülerleşme çok felsefî bir kavram, masum da olabilir olmayabilir de. İçinde bulunduğu çağı yaşama olarak algılarsan masum görünür. Hatta siyasal rejim olarak laiklik gibi algılarsan bir dereceye kadar İslâm dünyasının sükût ettiği, razı olduğu fakat telaffuz etmediği bir oldu bittidir. Şu an İslâm dünyası laik olmadığını söyleyerek laikliği hazmetmeye çalışmakta.
Sekülerleşmenin çeşitli anlamları olabilir; sekülerleşmenin bir anlamı bireyin kendi dünyasında, kendi iç zihniyet alanında dinin tahakkümünden, denetiminden kurtulması, kendi bildiğince, kendi kararlarına göre yaşama kararlılığıdır. Sekülerleşmeyi dinden uzaklaşma ve dinsizleşmeyle bir gören batılı düşünürler de vardır. Laiklik buna göre daha masumdur. Sekülerlik laiklikle bir değildir. Sekülerlik daha felsefi daha derin bir kanaat, bakış ve tercihtir.
İslam dünyası modernizmle beraber sekülerleşme ve pozitivizmle tanıştı. Modernizmle İslamcılık birbirini beslemiştir. Öyle bir İslamcılık tezi savunursanız modernizmi meşru gösterebilirsiniz ve çıkar yol haline getirebilirsiniz. İslam dünyasında modernizmin meşruiyeti İslam’ı müdafaadan ne anladığınıza bağlıdır. İslam olarak gelenekleri olduğu gibi yaşatmayı kastederseniz ve bunun sorgulamasını yapmazsanız dindar kesimde selefiliği az dindar kesimde modernizmi/seküler eğilimleri artırmış olursunuz.
Osmanlının son dönemleri ve Cumhuriyet’in ilk yılları bu tartışmalarla geçti. Biz onların evlatlarıyız, onların torunlarıyız. Biz birçok şeyi ilk defa konuşuyor değiliz. Onların yaşadığı, tartışmaların, kanaatların tıpkı Kalu Bela da olduğu gibi bizde izleri var. Sonuçta mücadele ettiğimiz her fikir bizde iz bırakır. Üstü-başı kirli bir adamla kavga ederseniz size kir bırakır. Kaçınılmaz bir durumdur bu. Her nefret aşka dönüşebilir. Bizim modern dünyayla kavgamız bize pahalıya mal oldu. Çünkü farkında olmadan bizi ahtapot gibi sardı, sarmaladı ve bize miras olarak dindarlığı bıraktı.
Din ve Görsellik sorunsalı
20. ve 21. yüzyıl Müslümanlığının temel özelliklerinden birisi görselliktir. Semboller ve görsellik üzerinde yoğunlaşmış bir din anlayışı bizi iyice kuşatmış durumdadır. Mesela Kur’an deyince ne anlıyoruz? Kur’an’dan anladığımız birinin güzel sesle Kur’an okuması ya da çok güzel hat olarak evimizi süslemesi, Kur’an kıraatinin gönül tellerimizi titremesi ve gözümüzden yaş akıtması mıdır?
Kur’an’a baktığınız zaman böyle bir Kur’an tasavvuru yok. Kur’an böyle gelmedi, bu amaçla gelmedi. Mesela Hac ve umre bizim toplumumuzda çok öne çıkmadı mı? Başörtüsü sorunu görsel ve sembolik Müslümanlığın adeta Kâbe’si oldu.
Bazen namaz bile dinin sembolizmini temsil ediyor, ama dinin sembolü değildir. Namazın bir şekil kısmı bir iç kısmı vardır. Abdest alıp kıbleye dönersiniz belli hareketler yaparsınız. Namazın 12 şartı vardır. On üçüncü şartı huşudur: Namaz kıldığının farkında olmak, Allah’ın huzurunda olmak.  Fukaha bunu şart koşmamış, niye şart koşmamış? Bu şart değildir, çünkü bu şartı çok fazla söylerlerse ne kadar gerçekleştiğinin ölçüsü olmayacağı için herkes tereddütte kalır. Şekil- içerik, şekil-mana dengesini kaybettiğin an veya birinden vazgeçtiğin an bu dini anlamama noktasına gelmiş olursun. O şeklin içini siz bütün maharetinizle, dindarlığınızla, dini duygularınızla ve tasavvurunuzla dolduracaksınız. On üçüncü şart en önemli şart size kalıyor. Hacca gideceksin bedenini tavaf ettireceksin ama içini sen dolduracaksın. Mevlana’nın dediği gibi seni ummanın kenarına götürüyor. Kabın ne kadarsa o kadar alıp dolduracaksın. Şekil seni ummana götürüyor sahile götürüp bırakıyor. Ama fıkıhta ve literal gelenekte bu kısımlar daha azdır. Bazen şekiller üzerinde fazla yoğunlaşırız ve muhtevayı, manayı kaybederiz. O zaman sembollerle yetinme yanlışlığı ortaya çıkar; Hac, umre, tesbih, hat, kıraat, sakal, başörtüsü gibi bunlarla yetinen bir Müslümanlık kalır elimizde.

İman, İslam ve İhsan

İlk yıllarda Cibril hadisinin üçlü tasnifi vardır: İman, İslam ve İhsan. Müslümanlar şu anda ihsanı bitirmiş durumda. Yani her an Allah görüyormuşçasına her şeyi en iyi şekilde yapma, kul hakkı gibi. Semboller ve görsellik üzerinde yoğunlaşan bir dini anlayışın kaçınılmaz sonucu dünyevileşmedir, dünyaya sonuna kadar bağlanmadır. Çünkü görsellik ve semboller bizi o kadar yanıltır ve bize o kadar yeterli gelir ki artık geri kalan kısmında biz dindar olma ihtiyacını hissetmeyiz. Sekülerleşmenin bir ayağını da görsel ve sembollerle yoğunlaşan dindarlık teşkil eder. Sekülerleşme neydi, hayatımızdan, değerler dünyamızdan ve zihniyetimizden dinin değerlerini, müdahalesini, yönlendirmesini ve denetimini mümkün olduğu kadar çıkarmaktı.
Şimdi biz semboller, şekiller, görsellikler üzerinde yoğunlaşırsak dindarlığımızdan geriye büyük bir alan kalıyor. O alanda artık biz “Yarabbi biz gerekeni yaptık. Bu alanları bana bırak” diyerek hayatımızı ayırırız.
Biraz önce Kur’an okuyunca gözünden yaşlar akan insanın on dakika sonra ticarette farklı bir çizgide olmasını bu dünyada garipsemiyoruz. İhsan, İrfan kavramı yok olduğu için, insanlar tavaf ederken birbirini ezerken ne kadar makulsa, insanların üstüne basarak ön safa giderken üç beş sevap daha kazanayım demek ne kadar anlamlıysa böyle bir dünya da o kadar anlamlı işte. Onun için farkında olmadan hayatımızın her alanına sirayet eden, hayatımızın her alanını güzelleştiren sorumluluk bilinci aşkıyla ve Allah’ın murakabası altında olduğumuzun hissiyle yaşamayı gerektiren bir dini anlayıştan başka alanlara kaydık bu dünyada.
Ötekinin Dindarlığı
İslam kuralları özlenen, söylenen, inanılan ama pratik bakımdan değeri olmayan şeyler olarak duruyor ve dikkat ederseniz hep ötekinin dindarlığı üzerine konuşuyoruz. Yani kendi yapacaklarımızı iyileştirme, dinin kurallarına uygun hale getirme, dini Allah’ın rızasına uygun hale getirmeden ziyade ötekinin bir şeyler yapması bizi daha çok ilgilendirmeye başladı. Muhatap olarak başkalarını seçiyoruz.  Ama Kur’an’a bakın: “Ya Eyyuhel İnsan, Ey Ademoğlu, Ey İnsanoğlu, Ya Benî Adem, Ey Sen” diye hitap eden ayetler vardır.  Kur’an “Ey Sen” diyor. Biz ise hep ötekinin Müslümanlığını önemsiyoruz, öteki bunları yapsın diyoruz. Yapacaklarımızı değil yapamayacaklarımızı, olmasına inandığımız şeyleri konuşarak Müslüman olmayı kabul ediyoruz.
Niye ötekine ve öteki alanlara kaçıyoruz? Çünkü kendi alanımızdaki sorumluluklarımızla yüzleşmek bize pek zor geliyor. Mesela bizde devletle, siyasetle ilgili çok kitaplar yazılır. Maverdi bizden daha makul bir şekilde kendi dönemiyle ilgili yazmış ve mevcudu eleştirmiş, mevcut üzerinde iyileştirme yapmış.
Bana göre bizdeki günümüz sekülerleşmesinin ve dünyevileşmesinin bir ayağı da İlahiyat fakülteleridir. İslami ilimlerin yapısı da seküler bir sisteme fevkalade uygundur. Niye uygundur? İlahiyat fakülteleri şu anda büyük alışveriş merkezlerindeki çocukları oyalamak için bırakılan oyuncak havuzları gibi ayrı bir dünya ama diğer alan kendi kurallarına, sistemlerine göre işlemeye devam ediyor. Aslında bizim geleneğimizde İlahiyat Fakültesi yoktur. İslami ilimler şu an benim içtiğim çayın içindeki şeker gibiydi. Hayatın her alanında İslam’ın neşvesini, rahmetini, sorumluluğunu, bilincini hissediyorduk.

Dindarlık Nedir?
“Dindarlığı bana tanımla” derseniz size şunu söylerim: Dindarlık, Allah’ın her an murakabesi altında olduğumuz bilincini sürekli tutmaktır. Dindarlık İman ve İslam’dan sonra İhsan mertebesidir. Yani 24 saatimizin, bütün ömrümüzün Allah’ın lütfu olduğunu, Allah’ın murakabesi, denetimi, lütfu altında yaşadığımız bilincini sürekli diri tutmaktır. Bu zor bir dindarlıktır.

Bugün İslam dünyasının tamamını düşününce “İzzet Allah’a ve Rasûlüne ve mü’minlere aittir” ayetinin gerçekleştiğini söylemek mümkün değildir. İslami ilimleri henüz bu çağla yüzleşecek, bu çağın sorunlarıyla baş edecek kıvama, yetişkinliğe getirmeden ayakları yere basmadan inancımızın gereği olarak ileri sürüyor ve kaşımızdakini onunla imtihan ediyoruz.
İslami ilimlerin bu çağa gelmesi ve bu çağın sorunlarıyla baş etmesi gerekiyor. Gazali’nin dini ilimleri, dini bilginin yenilenmesi hakkında 6. asırda kaleme aldığı İhyâ’ Ulûmiddîn  diye bir kitabı vardır. Dini ilimleri/bilgiyi bu çağla yüzleşecek, yüzleştirecek bilgiye ihtiyacımız vardır. Bu çağın insanı Allah’ın iradesinden, yaratılışından ayrı değildir. Fıtrat, akıl, ruh hepsi Allah’tandır.

İnsan Tasavvuru
İnsan tasavvurumuzda da kaymalar oldu. Bu insanlar da geçmişte, Elest Bezm’inde söz verdi ve bu insanların yapıp ettikleri de İlâhi aklın, Allah’ın onlara vermiş olduğu ruhun bir tecellisidir. Şimdi biz böyle düşünmüyoruz. Ben şimdi burada İbn-i Arabi gibi oluyorum. Ötekinin yapıp ettiklerini biz ayrı bir dünya/İslam’ın tamamen dışında, şeytanın üretimi gibi algılıyoruz. Kendi yaptıklarımızı da İslam ve Rahman üretimi diye düşünüyoruz.  Şimdi Rahman’ın ürettiği şeytani üretime karşı, tezleri ortaya çıkarıyoruz.  Hâlbuki insanlığın ortak tecrübesinin bir yansıması da olur. İlahi irade vardır, fıtrat vardır, nefis vardır ve birçok toplumsal şartlar vardır. İşte İslami ilimleri bu çağa 21. yüzyıla gelmesi ve bu yüzyılda ifadelendirilmesi, bu yüzyılın sorunlarıyla baş edecek bir egzersiz yapması lazım. Bunu yapamayınca İslami ilimlerin idealize edilmesi çok kolay oluyor.
İslami ilimleri idealleştiriyorsunuz. Ne kadar idealleştirirseniz uygulaması o kadar zorlaşır ve uygulama yükümlülüğünüz azalır. O zaman İslami ilimleri, tezleri bir kızıl elma olarak orada durur. Allah’a olup bitenden değil de beni ideallerimden hesaba çek dersek Allah da kabul ederse işimiz iyi, o zaman karamsar olmaya gerek yok.
Kur’an’ın şimdi günümüze getirilmesine ihtiyaç vardır. Kur’an müdahale eden, tokat vuran bir kitap değildir. Kur’an’ın söylediklerini bizim bu güne getirip yorumlamamız, tercüme etmemiz gerekiyor. Allah adaleti emrediyor, her Cuma günü okuyoruz. İslam toplumları adalet toplumu mudur?
Sözün özü, İslam dünyasında yavaş yavaş hissettiğimiz ve sindirerek karşı çıktığımız bir laiklik süreci var. Bu toplumları din kurallarına göre yönetmeye hiç kimsenin talip olduğunu ve bunun bedelini ödemeyi göze aldığını düşünmüyorum. Biraz keskin oldu ama bunun telaffuz edilmesi İslam ülkelerinden rahatsızlık meydana getirir. Üstelik bu böyle olsa bile o kuralların ne olduğunu Emevi hanedanına göre kendisi ortaya koyma anlayışı içindedir. Emeviler de aynı şeyi yapıyordu. Siz kendi alanınıza devam edin, dinin prensiplerini en iyi biz biliriz. Zaten ulemanın, hukemanın, Farabi gibi erdemlerin yönetim anlayışı idealist görülmüyor.

Üstelik din kurallarını da herkesin inandığı ile uyguladığı arasında fark var. İnsanlar konuştuğu vakit din kurallarında farklı şeyler, uyguladığında ise farklı şeyler algılıyor. Din kuralları deyince insanlar neyi düşündüğü neyi idealize ettiği söylemde farklıdır uygulamada farklıdır. Herkes bu konuda tasarruf/yorum yetkisini kendi tekelinde tutmayı tercih ediyor.

Ayrıca bu idealler ve semboller dünyasında çok yoğun bir şekilde dünyevileşme süreci yaşıyoruz. İslam dünyasının üzerinde laikliğin yani din ulemasının kendi bildiğini söylemesi ama siyasetin din ulemasını siyasete tabi kılarak hakimiyyet altına almaları durumu İslam dünyasında Emevilerden sonra değişen bir şey olmadığını gösteriyor. Abbasi siyaseti onun biraz ılımlı halidir, Osmanlı da Abbasi’ye benzemektedir.
Ve bu teoride karşı olduğumuz konular fiiliyatta adım adım hazmedilerek İslam dünyasında yerleşiyor. Devletçilik, milliyetçilik, laiklik, liberalizm dinle merc olarak yeşil tonda İslam dünyasında yerleşmeye başladı.
İhsan
İslam bizim 24 saatimizi ve bütün ömrümüzü bir çizgide tutuyor. İhsan çok önemlidir. Allah o hassasiyetimizi bizden almasın. Bizim kıldığımız namazlar, başımızı örtmemiz, sakal bırakmamız, her şeye besmeleyle başlamamız vs. bizi aldatmasın. O bakımdan mümkün olduğu kadar bu süreci yaşayan, aşırı dünyevîleşen toplumun bireyleri olarak dindar kalma bilinci, ihsan bilinci, kul hakkı ve insan hakkı da dâhil olmak üzere günlük hayatımızda bizden eksik olmamalıdır.
Tekâsür suresinde “Bütün bu çoğalma ve çoğaltma helak etti” diyor Kur’an. Onun için din, fıkıh algısı dünyevileşme şeklinde tezahür etmemeli. Fıkıh ve şeriat da günümüzde dünyevileşmemizin paralelinde bir algıyı kullanıyor.
Dünyayı önemsemeliyiz, dünyada yürümeliyiz. Ama Müslümanlar dünyanın altında kalıyorlar. İki dünyevileşme arasında fark var. Biri, dünyayı önemsemek ama niçin? Peygamber efendimizin ve sahabenin yaptığı gibi, İslam’ın izzetinin, itibarının, rahmetinin egemen olması için dünyaya yönelmektir. Bizim yaptığımız ise basit dünyevileşmedir. Basit dünyevileşmeye daldığımız için de başkasının dini kullanmasına hep tepkiliyiz, ama biz yaptığımız vakit kullanma değil koruma olarak algılıyoruz. Bu nedenle sekülerleşme/dünyevileşmeye nereden baktığımız önemli ve belirleyicidir.
Özetle, birinci ilkemiz şudur: Dinin bize öğrettiği mümkün olduğu kadar iyimser bir bakış açısı edinmek ve eleştiri yapacaksak eksikliği önce kendimizde aramamız gerektiğidir. Kusuru kendimizde fazileti ötekinde, karşımızdakinde aramak lazımdır. İkincisi de hadis-i şerifte söylenildiği gibi Allah-u Teala diyor ki “şayet insanlar günah işlemeyecek olsaydı ben onları yok eder günah işleyen, tevbe eden ve bana dönen kullar yaratırdım”. Demek ki bu hatalar olacak. Dünyevîleşme de bizim büyük günahlarımızdan biridir. Ama netice itibarıyla dualarımızı da ona göre yapıyoruz, bunların farkındayız. Allah farkındalığımızı zayi ettirmesin. Yoksa ki amaç sadece karamsar bir tablo çizmek değildir. Dünya bir med-cezirdir. Kendi dünyamız da iyi ve kötü arasında bir med-cezirdir, Yani hiç bir insanı, kâmil bir insan olarak göremezsiniz. Sakın ne beni ne de başkasını kâmil biri olarak görmeyin. Dünya kadar kusurlar, ma’siyetler, günahlar iç dünyamızda karmakarışıktır. İnsanoğlu da iyi ve kötü arasında sürekli mücadele halindedir. Toplum da böyledir, toplum ne tamamen iyi olur ne de tamamen kötü. İyi ve kötü insanlar toplumlar içinde de sürekli gel-git halindedir. “Ya Rabbi bizi salih kullarından kıl!” duası ile bitirelim. O med-cezirin iyi tarafında olma arzumuzu dile getiren duamızı da eksik etmeyelim.
Deşifreden özet hazırlayan: Dilek Karataş
Önceki Yazı

Bidayetü’l-Hidaye

Sonraki Yazı

İbn-i Haldun’un Tasavvufa Bakışı

Bunlar da ilginizi çekebilir

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir