Hazar Sınırların da Ötesinde

Hazırlayan: Yorum yapılmamış Paylaş:

6 Nisan 2019

Sürgün ve Göç…

Göç…İnsanlık tarihinin en eski gerçeklerinden biri. Kimi zaman insanların daha müreffeh yaşayacakları yerlere doğru çıktığı yolculuk, kimi zaman da savaşlar, facialar, yıkımlar, çatışmalar neticesinde acı ve zorunlu bir terkedişin adı olmuştur.

Bugün ise göç, küreselleşen dünyada ciddi bir sorun olarak vicdan sınavının ta kendisidir. Modern dünya bütün imkanlarına rağmen bu sınavdan ne yazık ki geçemedi. Daha da acısı, çağlar boyunca bütün insanlığın selamet ve refah yurdu olan İslam coğrafyası, hem içerden hem dışardan müdahalelerle hüznün ve acının merkezi haline geldi. Bin yıllık medeniyetler, değerler ve kültürler son yüzyılda kaybedildi.

Bir ihtimal hayatta kalmak pahasına sınırları aşmak, duvarların arkasına geçmek için ufacık botlarla zifiri karanlığın içine çekilen insanların çıktıkları yolda geride bıraktıkları hayatları, kırılan hayalleri, yarım kalmış sevinçleri ve bitmeyecek hasretleriydi sürgün. Bir yavrunun kıyıya vurmuş cesedi, bir annenin çığlığı, bir babanın içine akan gözyaşları çetin bir savaşı bütün ürperticiliğiyle gözler önüne sererken vicdanlarımızı ve insanlık onurumuzu da sigaya çekti.

Ülkemiz son birkaç yıldır Suriye’den gelen göçmenlere ev sahipliği yapmaktadır. Suriye’de vuku bulan, hiçbir sınır ve ahlakı olmayan bu savaş, milyonlarca insanı vatanından göç etmeye zorlamıştır. 2011 yılında patlak veren savaşla insanlar, kimyasal bombaların altında canlarını kurtarmak için en yakın komşusu olan Türkiye’ye akın akın göç etti.  Türkiye bu raddeden sonra ya bu çığlığa kulaklarını tıkayacak ya da hem komşu ülke olmanın verdiği sorumluluk hem de ortak bir medeniyetin sac ayağı olma idrakiyle diğergâmlık şuuru içinde bu sese kulak verip kapılarını sonuna kadar açacaktı.

Ve öyle de oldu…Batı dünyasının ısrarla kapılarını kapatmasına, binlerce insanın sınırlarda açlıktan ölmesine, çocukların kaybolmasına göz yummasına karşın kapıların ardına kadar açan Türkiye’ye gelen Suriyeli göçmen sayısı birçok Avrupa ülkesini katbekat geride bıraktı. Türkiye, dünyanın en fazla göçmen barındıran ülkesi olarak Suriyeliler için güvenli bir liman haline geldi. Bugün artık üç milyonun üzerinde Suriyeliye ev sahipliği yapmaktayız.

Uluslararası platformda kimi zaman mülteci olarak tartışılan kimi göç olgusu üzerinden göçmenlikleri gündeme gelen kimi zaman bir gün dönecekler diye misafir olarak tanımlanan Suriyelilerle ansızın aynı ülkeyi paylaşır olduk. Misafir olanla komşu olduk, eğitimde öğrenci-talebe olduk, iş yerinde çalışan olduk, trafikte yolcu olduk, yolda yaya olduk… Ve nihayetinde kendimizi bir göçmen meselesinin tam ortasında bulduk!

Ensar ve Muhacir Kardeşliğine Doğru…

Göçe ve etkilerine maruz kalan ülkelerde sosyo-kültürel farklılıklar neticesinde gerilim ve çatışmalar ortaya çıkabilmektedir. Yaşadıkları ülkeye kimlikleriyle, değerleriyle, alışkanlıklarıyla göçen insanların elbette yaşayacakları yere intibak kurmaları kimi zaman sancılı ve sarsıcı tecrübeleri de beraberinde getirecektir. Özellikle medyadaki olumsuz göçmen temsilleri, bir taraftan toplumumuzda göçmenlere karşı ön yargılara diğer taraftan olumsuz izlenim ve kanaatlere neden olmaktadır ne yazık ki…

Savaşların, adaletsizliklerin, sevgisizliğin egemen olduğu bu modern çağda, bir inanan ve bir müslüman olarak her şeyden önce Kur’an-Kerim’de ahlâk düsturunu öğütleyen ayetlere dönmeliyiz. “Daha önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Haşr, 59/9.) buyurulduğu gibi kurtuluşa erenler müjdesine mazhar olmak gayesiyle bizler, ensar olma imkanını yaymalıyız. Yine bizler Allah Rasulü’nün öncülüğünde Mekkeli müşriklerin zulmünden kaçarak Medine’ye hicret eden müslümanları bağrına basmanın, yediği ekmekten oturduğu eve kadar hayatı paylaşmanın adı olan “Ensar ve Muhacir” kardeşliğini, modern zamanlara taşıyabilip ve bu kardeşliğin yeniden üretilebileceğinin yollarını aramakla mükellefiz.

Bir kez daha Efendimizin (s.a.v.) iki elinin parmaklarını birbirine geçirip kenetleyerek kardeşliği tarif ettiği “Mü’minin mü’mine karşı durumu, bir parçası diğer parçasını sımsıkı kenetleyip tutan binalar gibidir” hadisinin emri mucibince, birbirimize karşı duvar örmek yerine, sağlam durabilmek için istinat duvarı olmalıyız. Bu minvalde bu uyum sürecinde dezavantaj gibi görünen farklılıklar her ne kadar gözümüzü korkutsa da, ensar-muhacir örnekliğinde olduğu gibi din kardeşliğini merkeze aldığımız, dinin ortak değer ve kimlik oluşturmadaki işlevini hayata geçirmeye çalıştığımız takdirde, sürece dair çözüm üretme zannedildiği kadar zor olmayacaktır.

Sınırların Ötesine Geçmek İçin…

Bu şuurla Hazar Derneği, yirmi altı yıllık sivil toplum kuruluşu olmanın getirdiği tecrübeyle değişen ve küreselleşen dünyada yeni sorulara/sorunlara, geniş bakış açılı yeni perspektifler ile yaklaşarak çözüm arama yolunda önemli projelere imza atmaktadır.

Mevlana’nın pergel metaforu ekseninde bir ayağıyla Türkiye’de öteki ayağıyla İslam coğrafyasının neresinde bir insanlık dramı yaşanıyorsa maddi ve manevi yardım elini uzatmanın cehd ve gayreti içinde olmuştur.

Bu defa da yıkılmış ve yeniden doğmaya çalışan bir toplumu, kültürü, yıkıntılar arasından yeniden doğrultmaya çalışan bir ailenin ferdi olma mesuliyetini omuzlarında hissetmenin bilinciyle Suriyeli mülteciler göç ve kardeşlik konusunu masaya yatırarak değerli bir projeye daha öncülük etti. Artık devlet kadar sivil toplum kuruluşlarının da bu konuda elini taşın altına koyması gerektiği, var olan aksaklıkların bertaraf edilebilmesi için bütün dünyada bir rehabilitasyon fikrine ve onarıcı bir güce ihtiyacımız olduğu su götürmez bir gerçektir.

Nitekim Suriye meselesinde de halihazırda var olan olumsuz bakışa ve ön yargılara karşı gerekli politikalar ve alınması gereken tedbirler hayata geçirilmediği takdirde Suriyeli göçmenlerin yakın gelecekte içinde bulundukları topluma entegre olamadan, belli yerleşim yerlerinde oluşturdukları getto bölgelerde içe kapanık bir hayatı tercih etmeleri kaçınılmazdır. Bu durumun getireceği sosyo-ekonomik sorunlar ise meselenin başka bir boyutudur.

Dolayısıyla sorunlarımızı sağlıklı çözebilmenin yolunun farklılıklarımızı müsamaha ile karşılamak, önümüzdeki iletişim engellerini aşmaktan geçtiğine inanarak yola çıkan Hazar Derneği Göç Komisyonu tarafından “Önyargılarla yüzleşmek ve hesaplaşmak” temasıyla Sınırların Ötesine Geç kısa film yarışması düzenlendi. Hayata geçirilmek istenilen bu projede önemli bir husus, Türk ve Suriyeli katılımcıların aynı projede yer almasıydı. Gözlerin birbirine nazar etmesiydi…

Uzun bir hazırlık sürecinin ardından yoğun bir başvuru talebinin olduğu yarışmaya 169 başvuru yapıldı.  29’u Suriyeli ve 35’i Türkiyeli toplam 64 yarışmacı ise eğitime katılma şansı elde etti.. Gençlerin çoğunlukta olduğu katılımcılar, yarışma öncesi uzman isimlerden film çekme tekniği eğitimleri aldılar. Bu vesileyle Suriyeli ve Türk gençler, beraber zaman geçirme, birbirlerini tanıma fırsatını buldular.

Bu anlamlı proje, 6 Nisan 2019 tarihinde Bağlarbaşı Kültür Merkezi’nde bir törenle nihayete erdi. Suriyeli ve Türk gençlerin birlikte çektikleri filmlerin gösterimlerinin yapıldığı ve dereceye giren yarışmacılara ödüllerinin verildiği başta Üsküdar Kaymakamı Murat Sefa Demiryürek, Üsküdar Belediye Başkanı Hilmi Türkmen, Nun Eğitim ve Kültür Vakfı Yönetim Kurulu başkanı Esra Albayrak, Vakıflar Genel Müdürü Adnan Ertem’in de iştirak ettiği törene halkın geniş katılımı gözlerden kaçmadı.

Hazar Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Ayla Kerimoğlu’nun açılış konuşmasında evvela Suriyeli mültecilere, bir yabancı gözüyle değil, yüzyıllardır süregelen ortak tarihi ve kültürel zenginliği paylaşıyor olduğumuz kardeş ülke olarak bakılması gerektiğine vurgu yaptığı cümleleri aslında meselenin nirengi noktasıydı: “1 Ekim 1918’e kadar tam 402 yıl boyunca Osmanlı hakimiyetinde olan Suriye, daha düne kadar yani dedelerimizin zamanında bizler için bir “öteki” değildi. Dolayısıyla zaten tanış olduğumuz, akrabalarımızın, kardeşlerimizin yaşadığı bir coğrafyadan gelen insanlar da bizim yabancımız olamaz. Sadece yeniden hatırlamaya, dün nasıl birlikte yaşıyorsak bugün de bu ortak yaşama kültürünü yeniden canlandırmaya ihtiyacımız var.”

Konuşmasının devamında aynı ülkede temas etmeden yaşamanın mümkün olmadığını bir kez daha yineleyen Ayla Hanım’ın yarışmanın amacını dile getirirken ileri sürdüğü istatistikler ise can alıcıydı: “Gençler üzerinde yapılan araştırmalar gençlerin %50 sinin Suriyelilerle hiç temas etmediğini gösteriyordu. Ve aslında suça karışma oranlarının çok düşük olmasına rağmen  halk arasında Suriyelilerin kamu düzenini bozacağı endişesi hakimdi. Bu yüzden bizde çalışmamızda önyargı meselesini merkeze aldık. Önyargının panzehiri  niteliğinde olan tanış olmayı da esas kabul ettik ve böylece 18-30 yaş arasındaki Suriyeli ve Türk gençlerin birlikte katılacağı bu yarışmayı gerçekleştirdik.”

Törende bir diğer hisli terennüm Esra Albayrak’tan geldi. Esra Hanım’ın konuşmasında ifade ettiği ”Ön yargı birbirini anlamanın ve iletişimin bittiği yerdir. Bugün hepimiz siber ağlarla daha da küçülen bir dünyada yaşıyoruz. Sanal hayatta kurduğumuz ittifaklar, maalesef gerçek dünyalarımızda kendini yansıtmıyor. Çünkü giderek iletişim kurmayan, birbirinin gözüne bakmayan, birbirinin acısıyla dertlenemeyen bireyler haline dönüyoruz”cümleleri globalleşen dünyada mesafelerin kısalırken beşeri münasebetlerin azalmakta olduğunu, bunun da toplumsallaşmanın önündeki en büyük engel olduğunu dile getirmesi ve de modern insanın içinde bulunduğu çıkmazı, yoksulluğu, yoksunluğu ifade etmesi açısından manidardı.

Hikayelerini dinlemeye çalışmadıkça…

Ve filmler… Filmlerin hikayesi insan’ın hikayesiydi… Yurtlarından sürülmüş mazlumların yaşarken fark edemediğimiz, dinlemediğimiz için anlayamadığımız, yargıladığımız için konuşamadığımız, bakmadığımız için göremediğimiz  hayatlarının hikayesiydi…

Göç süresince yeni bir hayata başladıkları ülkelerde karşı karşıya kaldıkları psikolojik yıkım ve sosyokültürel değişikliklerin getirdiği zorlukların yanında en önemlisi kardeş olma bilincinin damgasını vurduğu filmlerle genç yürekler, ortaya koydukları ivmesi yüksek performanslarıyla bir kez daha başka dilde kardeşliğin mümkün olabileceğini kendi dillerince anlatmaya çalıştılar.

Aslında Suriye’de başarılı bir göz doktoru olan Hiba’nın Türkiye’de hayata tutunma hikayesini konu edinen ve “Her şeyimi terk ettim ama kalbimi terketmedim” sözleriyle Rabbine yönelen “Terk edilmeyen”de biz, Hiba’yı hep arkası dönük bir şekilde seyrederiz. Kamerasını bir göz gibi kullanan yönetmen, bize, hırpalanan, kalbi kırılan, aşağılanan ve bu yüzden git gide yalnızlaşan, hatıralarına sığınan Hiba’yla ön yargılarımızdan ötürü bir türlü göz göze gelemediğimizin dersini verir.

Salonda yan yana oturduğumuz ancak kalpten kalbe yol bulamadığımız için bir o kadar uzak mesafede kaldığımız Suriyeli kardeşlerimizle birbirimize buğulu gözlerle bakarken bir kez daha kendimizi muhasebeden geçirdik. Kıyısından köşesinden hangimiz bu düşüncelere sahip değildik?

Her ne kadar dil, kültür, sosyal yapı olarak farklı olsak da biz kardeşiz diyen Zıt Renkler’i, ana karakteri Suriyeli Emir’in temsil ettiği Krampon filmi takip etti. Birinciliği alan film bize başka dilde kardeşliğin mümkün olabileceğini gösterdi. Suriyeli Emir’in mahalle arkadaşlarının yardımseverliğine karşı duyduğu minnet ve bağlılığı hangi sosyo-kültürel verilerle açıklayabiliriz ki yoksa? Hangi dildi onu arkadaşının kramponunu kurtarmak için hiç düşünmeden coşkun akan dereye atan? Bir krampon bir hayata karşılık gelir miydi?

Son tahlilde üzerinde yaşadığımız ve sınırlarını bizlerin çizdiği yeryüzü coğrafyası, aslında bütün insanlığın kamusal alanıdır. Hele de fiber ağlarla anlık veriler elde ettiğimiz günümüz dünyasında “Komşusu açken tok yatan bizden değildir” hadisini nasıl görmezden geleceğiz? Nasıl ve hangi nedenlerle sınırlarımızı belirleyeceğiz? Hepimizin  göçmek için geldiği ve aslında misafir olduğu bu dünyada Yunus’un yüzyıllar önce “Düşmanımız kindir bizim” dediği sesine kulak verelim.

O halde yeni bir dünya kurulurken umut veren mottomuz “Kaptan kardeşlik durağında inecek var..!” olsun…

Hazırlayan: Esra Poyraz

Önceki Yazı

Doğu Türkistan ve Çevresinde Çin, ABD ve Rusya’nın Küresel Mücadelesi

Sonraki Yazı

Aile Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı Nafaka Görüşmesi

Bunlar da ilginizi çekebilir

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir