Hastalık ve Hasta Ziyareti

Hazırlayan: Yorum yapılmamış Paylaş:

Dursun Ali Taşçı

6 Nisan 2010

Hastalık, bu geçici dünyada fizikle ilgili bir olgudur. İnsan fani olduğunu hissettiği an hastalıkları çok önemsemez. Ama başka bir okuma biçimine göre hastalık, aynı zamanda Allah Teala’nın külli iradesinin insan vücuduna yansıyış biçimidir. Allah hastalık vermişse bir sebebe mebni olarak vermiştir ve kişi onu kendisi değerlendirir.

Burada kişinin Allah’la olan irtibatı önem kazanıyor. Biliyoruz ki Allah’ın iradesi dışında hayatımızda hiçbir şey olmuyor. Dolayısıyla Allah hastalığı bizi sevmediği için mi vermiş? Yoksa farklı bir sebebi mi var? Onu iyi anlamak gerekiyor. Anladıktan sonra insan, hastalığına âşık bile olabilir.

Sahabeden bir zat hastalandı. O hastalık yüzünden zayıfladı. İplik gibi inceldi. Huyu lütuf ve kerem olan Hz. Peygamber (s.a.v.), hastalanan sahabeyi ziyarete gitti.

Hastayı yoklamak, halini hatırını sormak, dostluğu ve birliği temin etmek içindir. Burada aslolan insanlar arasındaki ilişkidir, dostluktur ve birliktir. Niçin ve nasıl birlik?

Bir ve beraber olan insanlar bardaklarını kırmışlar, su birliğine ulaşmışlardır. Bardaklar çeşitlidir. Onları toplasanız onlarla birlik olmuyor. Birlik olmak demek yan yana durmak değil. Bunun adına kalabalık deniyor. İnsanoğlunun dünyada mutlu olması için kendisi gibi ruha sahip olan insanlarla bütünleşmesi gerekiyor.

Yani dünyada dosta ihtiyacımız var.

Allah’ın her insana tecellisi farklı farklıdır. Allah her insana kabiliyeti ve kapasitesi ölçüsünde tecelli eder. O zaman bana niçin acı verdi de başkasına vermedi dediğin zaman, Allah’la arandaki ipleri koparırsın. Belki başkası acı ile terbiye olmayacak ama sen olacaksındır. Belki senin makamın, acıyla terbiye olarak yükselecektir. Zorla terbiye olmak makamı daha yükseltir.

Gazali der ki “Ölümün dehşetlerinden bir tanesi de dünyayı terk anıdır.” Dünyada çok şeyiniz varsa onu terk ederken, bağlılığınız oranında dehşet yaşarsınız. Mutluluk faniliği hissetmektir. O zaman hiçbir şey sizi yıkmaz. Adım attığımız her şeyde Rabbimiz bizimle beraberdir. Her şeye, her olguya Rabbani gözle bakarsınız, feraset budur. Hz. Peygamber (s.a.v.); “Müminin ferasetinden korkunuz, zira o Allah’ın nazarıyla bakar” buyurmuştur. Rabbani eğitim budur. O zaman kahrınız olmaz.

Eşi olmayan Peygamber (s.a.v.) hal ve hatır sormaya gitti ve o sahabeyi ölüm halinde gördü, halini hatırını sordu. O hakiki dosta iltifatlarda bulundu. Hasta sahabi Peygamberi (s.a.v.) görünce dirildi. Sanki Allah onu o anda yaratmış gibi oldu: “Hastalık bana bu bahtı verdi de Peygamberlerin Sultanı sabahleyin beni yoklamaya geldi.”dedi. “Mahiyetsiz, ihtiyatsız o eşsiz Padişahın (s.a.v.) teşrif buyurması bana sağlık verdi, beni esenliğe kavuşturdu” dedi.

Ruh sıkıntısı çektiğiniz zaman bir sevgili yüzü görmeniz gerekiyor. Allah dostlarının burada önemi vardır. İnsanı en çok etkileyen bakıştır, nazardır. O noktada bakışlarınıza dikkat etmeniz gerekir. Dolayısıyla böyle bir bakışa ihtiyacımız var. Mağaramız da kendimiz pişeceğiz ama pişerken terbiye edici bakışlara, davranışlara ihtiyaç duyarız.

“Bu ne mutlu hastalık, ne mutlu ağrı, sızı ve hararet, ne mutlu dert. Ne mutlu gece uyanıklığı” dedi.

Çünkü hastalık sebebiyle orada mutluluğu yakaladı.

Cenab-ı Hak bana bu ihtiyarlığımda lütfetti. Kerem buyurdu da böyle bir hastalık verdi. Beni böyle bir derde düşürdü de Peygamberle kucaklaştık. Benim hasta oluşumdan, bu kırık dökük halde bulunuşumdan, feryat edişimden o manevi Padişah merhameti coştu da ızdıraplar cehennemini beni korkutmadan susturdu.

Demek ki Cenab-ı Hakk’ta mana âleminde kişinin nehrini coşturacak şeyler vardır. O nehir coşmadıkça biz dirilmiyoruz. Coşturacak şeyler; kimisinde çok zikir, kimisinde ibadet, kimisinde hastalıktır. Duaların en kabul olduğu zamanlar, insanların zayıf olduğu zamanlardır. Zayıf olduğumuz an yakın olduğumuz andır. Ruhumuz inceldiği zaman bedenimize malik olmadığımızın farkına varıyoruz. Nerede incelmişseniz ne istiyorsanız ne diliyorsanız hemen orada söyleyiniz. Orada söylediğiniz şey önemlidir.
Onun için hastalıkta istemek makbuldür. Siz perdeyi kaldırıyorsunuz: Rabbim! Senden başka güç yok diyorsunuz.

Hz. Peygamber (s.a.v.), hastanın halini hatırını sordu. Sonra ona dedi ki: ‘Acaba sen münasebetsiz, yersiz bir dua mı ettin? Bilmeyerek zehirli bir şey mi yedin? Hele bir düşün bakalım ne çeşit bir dua ettin. Nefsin hevesine uyup nasıl coştun köpürdün. Allah’tan neler istedin.’
Hasta hiç hatırımda değil ama himmet buyur şimdi hatırlayalım dedi. Cenab-ı Mustafa (s.a.v) nur veren huzuru, bereketiyle hastanın etmiş olduğu duayı hatırına getirdi. Her tarafı aydınlatan Hz. Peygamberin (s.a.v.) himmeti ona hatırlayamadığını hatırlattı. Hak ve batılı ayırt eden nur, gönül pencerelerinde parladı.

Gönlümüzü şeytana karşı kapalı, peygamber ve Hakka karşı açık tutarsak ışık Haktan gelir, alev şeytandan. Onun için feraset lazım gelir.

Ya Resulullah, Cenab-ı Hakka saygısızca yaptığım bir dua şimdi hatırıma geldi. Çok günaha girmiştim, günah dalgaları arasında yüzüyordum.

Allah’ın isimleri sende tecelli etmemişse eksiksin.
Hasta olmamışsan Allah’ın Şafii ismi sende nasıl tecelli edecek? Allah seni kuşatmıştır. Günah işleyip pişman olan insan yani nefsi levvamede olan insan, suç işleyip pişman oluyorsa bu güzel bir insandır.

Günahın, pişman olma duygusunu geliştirme noktasında etkisi vardır. Ahiretin zahmetine, azabına had ve sınır yoktur, anlatılamaz. Ona karşılık bu dünyada çekilen zahmetler, meşakkatler önemsizdir. Dünyada kaybettiğimiz şeylere de üzülmemek gerekiyor. Size yapılan kötülük, nefsinizi öldürüyorsa o zaman güzeldir.

“Ne mutlu o kişiye ki nefisle savaşır, bedenine zahmetler verir, sıkıntılar çektirir de onu terbiye etmeye çalışır. O adaleti gösterir.”
İnsanın dünyada kul olması adalettir, merhamettir. Kulluktan çıkması zulümdür. Nefsin Allah’a karşı secde etmesi, Rabbim bildim seni demesi onun için mutluluk kaynağıdır.

Ben ahiretteki zahmetinden kurtulmak için; Ya Rabbi! Ahirette çektireceğin azabı bu dünyada hemen çektir de ahirette mutlu olayım. Böyle istekle İlahi halkanın kapısını çalıp duruyordum. Derken bende böyle bir hastalık belirdi. Hastalığın verdiği zahmetten rahatım kalmadı. Zikrimden, evradımdan geri kaldım. Çok ibadetlerim vardı, onlardan geri kaldım. Hatta kendi iyiliğimi ve kötülüğümü bilemez bir hale geldim. Ey kokusu mübarek Aziz Peygamber (s.a.v.), senin o nurlu yüzünü görmeseydim bu hayat bağından tamamıyla kurtulacak yani ölüp gidecektim. Teşrif buyurunca bana şahane bir tesellide bulundunuz. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Sakın bu duayı bir daha etme, kendi hayat ağacını kökünden söküp atma ey zayıf ve zavallı karınca! Senin ne gücün var ki tutup da dağ gibi olan kaldıramayacağın bir hastalığın yükünü yüklenesin. Hasta sahabi: Tevbe ettim ey benim Padişahım. Bir daha kendimi güçlü görüp böyle bir laf etmem.

Ey Padişah! Bizi bununla fazla imtihan etme. Ey bütün kulları tarafından yardımı dilenen Kerem sahibi, ihsan sahibi Allah’ım! Bizi çok sıkıştırma, imtihanlara çekme. Henüz gizli olan günahlarımızı, kötülüklerimizi bizde meydana çıkarma. 

İnsan, nefs-ruh ve akıl olarak yaratıldı. Bunlar iç içedirler. Ruh, bizzat Allah’ın kendisine atfedilir. Akıl bu ikisini ayırma gücüne sahipse güzel akıldır. Nefsle akıl yan yana gelir de ruhu egemenliği altına alırlarsa orada ruh, hapishane hayatı yaşar. İnsan orada yaradılış gerçeğiyle tanışamaz. Şeytan da nefs ile aklı iğdiş edebilir. Ancak açlıkla, onun isteklerini yapmayarak onu terbiye edersin. Ama burada Peygamberî (s.a.v.) bir ele, bir muallime ihtiyaç vardır.

Henüz gizli olan günahlarımızı, kötülüklerimizi meydana çıkarma Allah’ım! Sen güzellikte, kemalde, olgunlukta sonsuzsun. Biz eğrilikte, sapıklıkta sonsuz bir haldeyiz. Ey Kerem sahibi! Şu bir avuç kötü kişinin eğriliklerini, günahlarını sonsuz lütfunla, ihsanınla ört. Bizim ömrümüz boş yere harcandı gitti. Ömür elbisemizden tek bir iplik kaldı o da kopmak üzeredir. Büyük bir şehirdik. Yıkıldık, harap olduk ancak bir duvarımız kaldı.

Burada insan şehre benzetiliyor, yaşlılık ise bir duvara.

Ey büyükler büyüğü! Ey sahibimiz! Şu arta kalan son ömrümüzde evimizi muhafaza et, koru da şeytanı sevindirme. Bizim hatırımız için değil günahkârları, sapıklığa düşenleri arayıp kayırdığın o kadim lütfun hatırına. Et ve yağdan ibaret bedene merhamet bağışlayan, acıma duygusu veren Allah! Yarattığın varlıklarda yaratma kudretini, gücünü gösterdiğin gibi merhametini, sanatını göster. Ey büyüklerin en büyüğü olan Allah! Ettiğimiz bu dua senin öfkeni artırıyorsa edilecek duayı sen bize ilham eyle.

Sonunda Peygamber (s.a.v.) o hastaya dedi ki: Dualarına şu sözleri de ekle; “De ki: Ey güçlükleri kolaylaştıran Allah! Sen bize dünyada ve ahirette iyilikler, güzellikler ver. Allah’ım! Bizim yolumuzu gül bahçesi gibi güzelleştir. Varacağımız yerde Sen bulun. Konak yerimiz Sen ol. Yürüdüğümüz yol bizi Sana götürsün. Sadece cennete değil.”

Öyleyse müminin gidecek olduğu yer Allah’tır. Cennet’te bizi karşılayacak olan O’dur. Sadece bunları düşünebilmek bile Cenab-ı Allah tarafından bize verilen büyük bir nimettir. Nimetlerle donatmış olan Cenab-ı Allah’a nasıl isyan edebiliriz?

Hasta yoklamada, halini hatırını sormak için yanına gitmende fayda vardır. O fayda döner yine sana gelir. Hayatta yaptığımız her şey bumerang gibidir. Biz hasta ziyareti sırasında duygularla eğitiliyoruz.

Ziyaretine gittiğin isterse düşmanın olsun, senin iyilikte bulunman yararlıdır. Çünkü gökyüzünde nice düşman dost olur. O düşman sana dost olmasa bile kini azalır. Çünkü iyilik kinin merhemidir. Hasta ziyaretinin daha başka birçok faydası vardır. Ama ey dost! Sözün özü şu ki: Topluma ve insanlara dost ol. Bir dost bulamazsan heykel yapanlar gibi kendine taştan bir dost yont.”
“Çünkü topluluk, kervan halkının çok oluşu, yol kesenlerin bellerini kırar, nifaklarını köreltir. Bir saldırı yapamazlar.”

Allah hepimize gerçek manada dost nasip etsin. İnşallah.

Hazırlayan: Ersel Karataş
Önceki Yazı

Arayan Elbette Aradığını Bulur

Sonraki Yazı

Kölelik ve Efendilik

Bunlar da ilginizi çekebilir

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir