Bir Tarihi Kimlik Belgesi Olarak Eriyip Giden Mezarlarımız

Hazırlayan: Yorum yapılmamış Paylaş:

Prof. Dr. M. Hüsrev SUBAŞI

2 Haziran 2008

“Beyazıt’taki Sahaflar Çarsısı’nda  Abdülhakim Arvasî’yi gören biri, üstadın elini öper ve pervasızca sorar: “Efendim, kıyamet ne zaman kopacak?” Cevap, veciz ve manidardır: “Neme lâzım…”  Üstadın cevap vermeyi reddettiğini zannettiren bu ifadenin altındaki îma açıktır: İnsanları helak edecek olan en büyük felaket habercisi, boşvermişlik zihniyetidir. Sahipsizlik, nemelazımcılığın bürokrasi boyutundaki uzantısıdır. Kamu derdini kendi öz meselesi, çözümü de bir haysiyet borcu haline getirmiş özverili insanlar, meselelerinin de sahibidirler. Ancak ülkemizde, kültürel miras söz konusu olunca bitmeyen ihmallerin ve sahipsizliğin çok büyük boyutlarda olduğu görülür.

İşte bu sahipsizlik ortamı bakın nasıl mahvetmiş güzel şehirlerimizin tarihi dokusunu, o dokunun vazgeçilmez parçaları, geçmişe uzanan kimliğimizin önemli belgeleri durumundaki mezarlıklarımızı… İfade-i meramım bu merkez etrafında gelişeceğinden kültürel kimliğimiz ve mirasımız açısından tarihi mezarlıklarımız konusu etrafında öncelikle bazı alıntılara yer vermenin yararlı olacağını düşünmekteyim.

Yıl 1918. Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver henüz tıbbiye öğrencisidir. Askerlerin Karacaahmet’teki selvileri ısınmak için kesmeleri, mezar taşlarını duvar yapımında kullanmak için kırmaları karşınında üzüntülerini not defterine şöyle geçirmiştir: “Ölülerimiz bile rahat yüzü görmüyor…  Canım kıymetli taşları tahrip ederek duvar yaptılar. Nice şeyhülislam ve sadrazamın aile hazirelerini mahvettiler.. Alakalı makamlara bu halleri şikayet edemedim. Zira şikayet etsem de dinleyecek erbab-ı vicdan kalmamış ki.. Mukaddesata hürmet etmeyen millet adam olamaz…”

Yıl 1948. Raşid Safvet Atabinen yazıyor: “Vakıflarda kalan hazireler ve belediyelere geçen eski mezarlıklar çok ihmal edilmektedir. Mezarlıklardan tarihimizi aydınlatacak binlerce kitabeli taş zayi olduktan sonra İstanbul’u sevenlerin ısrarı üzerine Türk Tarih Kurumu, Mer-kad Kitabelerini Derleme Kolu teşkil edip bunları tesbit etmeye başlamıştır. Fakat hala İstanbul’da mahalle aralarındaki küçük mezarlıklarda birçok kitabeli taş mahvolmaktadır.” Yazar bu satırlarının akabinde Lozan Konferansı’nda Lord Curzon’un Türklerin ölülerine gösterdiği hürmetsizliği heyetimizin yüzüne vurmuştur.

Yıl 1955. Yeni tahripler karşısında bu sefer değerli sanat tarihçi (Prof. Dr.) Semavi Eyice kaleme sarılıyor:  “.. Mezarlıklarımızın korkunç bir hızla tahrip edildiklerini de kendi kendimize itiraf etmek zorundayız… Şişhane-Tepebaşı mezarlığının yok edilmesi, mezarlıkları tahrip merakımızın günden güne hızlanmasının tabii neticelerinden başka bir şey değildir. Bu tahrip artık yalnız İstanbul içine inhisar etmekten çıkmış ve Anadolu’nun belli başlı bütün şehir ve kasabalarına kadar yayılmıştır.. Mesela Bolu’nun (İzmir, Ankara, Lüleburgaz vs. bazı şehirlerin) eski mezarlığı kalmamıştır… Amasra’da geçmiş bütün devirlerin izlerini bulabilirsiniz… Roma bina ve kitabeleri, Bizans kiliseleri, Ceneviz armaları… Fakat 500 yıldır Türk olan bu kasabada bir tek eski Türk mezar taşı yoktur. Şimdiye kadar tesbit edilen Roma kitabelerinin yardımı ile buradaki o devrin sakinlerinin nereden geldiklerini, ne işle uğraştıklarını, başka yerlerle ilgilerini öğrenebiliyoruz. Buna karşılık Amasra’nın Osmanlı devrine ait tarihi tam bir karanlık içindedir.

Yıl 1977. Bir feryat da bu alanda hayatı boyunca mücadele vermiş bir tarihçiden, İbrahim Hakkı Konyalı merhumdan: “Geceleri kabristanlara kamyonlar yanaşarak her biri bir abide olan eşsiz ve muhteşem mezar taşlarımızı parçalayarak faydalanıyorlar. Bu korkunç katliam hâlâ devam etmektedir. (Ayrıca, yeni gömü yapılmaması gereken tarihî kabristanlarda) yüzler kızartıcı bir mezar alışverişi vardır.

Bu tür alıntıları çoğaltmak kolaydır. Meselenin, emaneti muhafaza ve geçmişe vefa dışında ayrıca bir tarih boyutu, bilim ve sanat boyutu, hatta çevre boyutu vardır. Tüm geçmişimiz bir bakıma bu eski mezarlıklarımızda yatmaktadır. Siyaset, ordu, ilim ve edebiyat tarihinde isim yapmış nice zevatın, son istirahatgâhı durumundaki bu mekânları korumak zorundayız; hem tek tek kabir olarak, türbe olarak, hem de selvileriyle, yeşil örtüsü ve tüm çevresiyle  bir bütün olarak…

Bir kabirde yatanın kim olduğunu mezar taşından öğrendiğimize göre burada mezar taşları ayrıca önem kazanmaktadır. Çünkü ölenin ve nispet edildiği yakınının adı ve yaptığı görev, hangi hastalıktan öldüğü, ölüm ve bazen da doğum tarihleri, mensup olduğu tasavvufi ekol vs… kimsenin bu dünyada kalıcı olmadığı ve kalıcı olanının sadece Allah olduğu inancını işleyen manzum veya mensur ifadeler… tüm bu bilgiler mezar taşı üzerine kaydedilmiş bulunmaktadır. Kaldı ki, öyle mezar taşları var ki, ölü hakkında yegâne bilgi o taş üzerindekilerden ibarettir. Dolayısıyle bir mezar taşının tahribi, yok edilmesi demek, bir arşiv belgesinin yok edilmesi demektir ki, bu geriye dönüşü olmayan bir yola sapmakla eş anlamlıdır. Türk tarihini yeniden kaleme alacak araştırmacılar açısından henüz değerlendirilmeye alınmamış böylesi belgelerin önemi apaçık ortadadır.

Türk Celî hattatlığının gelişim seyrini en iyi izleyebileceğimiz mekânlar, cami, çeşme, medrese, han ve hamam gibi yapı kitabelerinin dışında, eski mezarlıklardır. Buralardaki mezar taşları özellikle celî sülüs ve celî ta’lîk türünde satır ve istif uygulamaları ile paha biçilmez değerdedir. İmzalı kitabeler ise hattatlar tarihi için ayrıca bir değer taşır.

Türk edebiyat tarihi için de fevkalâde dinamik bir kaynak teşkil eden mezar taşı kitabelerinde “fanilik edebiyatı” başlığı altında bir araya getirilebilecek onbinlerce beyitlik büyük bir hazine mevcuttur.
Coğrafya ve zaman içinde kadın erkek isimleri, şimdiki birçok göreve eskiden verilmiş adlar, eskiden mevcut olup lağvedilmiş müesseseler, asırlar içinde Türk dilinin ve imlâsının gelişim seyri… Tüm bunlar mezar taşı kitabelerinden izlenebilir.

Asırlar içinde ölüm sebebi olarak değişik isimler alan hastalıklar ve bunların hangi yaş ortalamasında yaygın olduğu, ölümlerin hangi yaşlarda meydana geldiği gibi bu taşlarda yer alan bir bakıma istatistik sayılabilecek bilgiler de tıp tarihimiz için önemli bir kaynak durumundadır.

Ya baş taşlarında bulunan sarıklar, serpuşlar, fesler… birtakım işaretler… Bunlar da kişinin resmî ve sosyal durumuna, mesleğine ve tasavvufî meşrebine göre değişik şekiller almaktadır. Bu yönüyle mezar taşları Türk kıyafetleri tarihi açısından, Türk etnografyası ve müzeciliği açısından harikulade malzemelerdir ve belgesel bir değer taşımaktadır. Baş taşlarındaki serpuşun yerini hanım mezarlarında taçlar, duvaklar ve bunları andıran kabartma motifler yer almaktadır. Bunlar da farklı ekoller içinde gelişen Türk süslemeciliğinin büyük bir zenginlik arz eden malzemeleri durumundadır.

Bir yok oluş olarak görmediği, bir anlamda mahallenin birinden ötekine göçme gibi telakki ettiği ölüm karşısında pek rahat ve kalender bir yapı sergileyen Osmanlı insanı, ölümü korku unsuru olmaktan nasıl çıkarmıştır. Öğrenmek isteyenler yağmalanmış haline rağmen bunu mezarlıklarda müşahede edebilirler. Şimdiki taş yığını, beton tarlası, zevksiz kabristanlar öyle mi ya?..

Ölü, hayattaki nöbetini tamamlamış, perdesini kapatarak bu fânî tiyatrodan ayrılmıştır.
Başına taş konmasına, üzerine kabirler yapılmasına ihtiyacı da yoktur. Kabri mamur olsa da, tahrip edilse de, onun için ne gam… O, “el-hükmü lillah”a teslim olmuş, başına gelene-geleceğe râzı gibidir…

Problem mevtâya ait değil, bizimdir. Tarihî mezarlıkları ve buralardaki kitabeli taşları koruyup saklayamayacaksak, gelecek nesillere kim olduğumuzu nasıl anlatacağız? Daha dün Bosna’da tarihî mekânlara, camilere ve mezarlıklara yönelen Sırp topları aslında kimliğimizi yok etmek istemektedir. Onların bu tavırlarının kendileri açısından bir izahı olmalıdır.. Ancak bizdeki ihmâlin îzâhını yapabilmek mümkün değildir.

Hâsılı, taşa biçim veren düşüncedir. O düşüncenin, o yorumun bilgi planında kalabilmesi için, korunabilmesi ve nesillere en sağlıklı biçimde aktarılması gerekir.

I.Dünya Harbi mütarekesinin kara günlerinde İstanbul’u, minare ve kubbeler ormanı halinde gösteren haritalar ve kabristanlar kurtarmıştır. Erzurum’ da da benzer bir durum yaşanmış ve burayı Ermenistan sınırları içine almak isteğindeki îtilaf devletleri özel heyetinin maksadını anlayan zamanın Erzurum Belediye Başkanı, heyet üyelerine balkondan şehrin mezarlıklarını göstererek “Bütün buralar Türk kabristanıdır. Varsa, heyetinizdeki Ermeni temsilci kendilerine ait mezarlıkları göstersin. Eğer biz onların var olan mezarlıklarını yok etmişsek, işte belediye kasasının anahtarı, yeteri kadar para var… Kazı yapsınlar…” demiştir. İşte bu mantık ve böylesi tapu senetleri karşısında heyet, tezinden vazgeçmek zorunda kalmıştır.

Ahmet Vefik Paşa’nın Bursa valiliğinden azledilmesine gösterilen sebepler arasında bir mezarlığa muhacirleri iskân ve kabirleri tahrip ettirmesinin de bulunması, yakın geçmişte Osmanlı’da mezarlıklarımıza karşı gösterilen hassasiyeti belirtmesi açısından ilginçtir.

Bugün başka milletlere baktığımızda mezarlıklarını varlık ve tarihlerinin birer bekçisi addettiklerini ve onları gözü gibi koruduklarını görürsünüz.

Gerek turizm gerekse şehir estetiği zaviyesinden bakıldığında dantelâ gibi işlenmiş mezar taşlarından oluşan tarihî kabristanlarımızın mezbele görüntüsünden kurtarılıp hayata döndürülmesinin kentin kimliksel çehresine getireceği katkı da unutulmamalıdır.

Başta İstanbul olmak üzere kültürel kimliğimiz ve sanat tarihimiz açısından çok değerli eserlere sahip bulunan eski kentlerimizin çeşitli yollarla geniş halk kitlelerine tanıtılması ve toplumda tabiî olduğu kadar tarihî çevreyi de koruma bilincinin geliştirilmesi gerekiyor. Bunun en etkili vasıtası şüphesiz ki medyadır.

Peki fertler olarak ya bizim sorumluluğumuz!..

Not: Hüsrev hocamıza, konuşmacı olarak programımıza misafir olduğu ve özeti hazırladığı için teşekkür ederiz.

Önceki Yazı

Batılılaşma Hareketi

Sonraki Yazı

Osmanlı’da Kültürel Hayat

Bunlar da ilginizi çekebilir

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir