23 Mayıs 2015
Erdoğan ÇALAK
Günümüz insanı o günlere oranla daha narsist bir kişiliğe sahiptir. Bunun kaynağında ise değer kavramı, başka bir ifadeyle değersizlik hissi yatmaktadır. Mükemmeliyetçilik çabası da bu hissiyatın bir ürünüdür. Peki günümüz insanı neden kendini değersiz hissetmektedir? Erdoğan Çalak bu soruyu 2 temel üzerinden açıklamaktadır:
İnsanlar tek başlarına mutlu olamazlar, dünya ile ahenk içinde olabilmeleri ve bir etki oluşturabilmeleri için kendinden başka kişilere ve ortamlara ihtiyaç duyarlar. Doğu toplumlarında çoğulculuk anlayışı yaygındır. Kişi kendinden vazgeçer ve kendini kutsal gördüğü kuruma adar. Örneğin; ailesi için kendisini feda eder. Ancak bu sefer de kendinden beklenenleri, istenenleri yaptığı için sevgi sistemi oluşturamaz, çünkü her yaptığını sevemez. Değer algısı da bununla paraleldir. Kişi, kendi hakikatini kaybetmeden, inkâr etmeden hayatını anlamlandırmalıdır. Bu da ancak sevgiyle mümkündür. Hayatını anlamlandıran kişi kendini sever, çevresini ve dünyayı sever çünkü değer görür. Kişinin sevgi duygusuyla verici olması arasında da paralel bir ilişki vardır. Başka bir ifadeyle seven kişi, almanın yanında sevdiklerine vermek de ister ve böylelikle materyalist bakış açısından uzaklaşır. Materyalist Yaklaşım, kişiyi elde ettiği her şeyden sonra doyumsuz kılar ve bir süre sonra kişinin aldıkları ile verdikleri arasında denge oluşmadığında kişi çıkmaza girer.
Ahlak, dinden ayrı bir olgu olmakla beraber dinle paralel yürütüldüğünde etkinleşir. Ancak bizim toplumumuzdaki gibi korku ahlakı değil sevgi ahlakının etkinleştirilmesi, yerleştirilmesi gerekir. Sevgi ahlakı hep mağdurdan, zayıftan, güçsüzden yanadır. Dindarlığın, kişinin ahlaki denetiminde bir farklılık oluşturmadığı görülmüştür. Bizim dindar bir toplum olmamız bizi ahlaklı hale getirmemektedir. Ahlak farklı bir sistemdir. Mesela Batı ülkelerinde ahlaki anlayış yerleşmiş olup; saygı, anlayış, selam gibi kavramların toplumlarca içselleştirildiği görülmektedir. Ancak dindar toplumlardaki bu yanlışı oluşturan İslamiyet veya diğer dinler değildir; kişilerdir.
Bugünün ekonomik düzeni,‘satmak’ üzerine kuruludur. Üretimi makinalar üzerinden yaparak, satmak, pazarlamak en temel ticari davranıştır. Dolayısıyla bu sistem insanlara, bu davranışa aracılık eden oyuncular olarak bakar ve işinde en başarılı olanı en doğruymuş gibi algılatır. Halbuki doğruluk, adalet ve insanlık, ekonomik başarıyla ölçülmez. Sevgi ahlakı, ailede oturtulunca kişiler doğru, adil, dengeli bireylere dönüşür. Birey, kendini büyük bir bütünlüğün parçası olarak gördükçe anlamlaşır. Mutlu, sağlıklı bir evlilik ve doğru bireylerin yetiştirilmesi için birtakım formüller oluşturmak gerekirse;
• Kadının kadın olmaktan memnuniyet duyması gerekir.
• Evliliğin ruhsal yatırımın yapıldığı, bir sevgi-aşk evliliği olması gerekir ki; çocuklar sevgi içinde büyüyerek karakter gelişimlerini doğru tamamlasınlar.
• Hırs ve hasetten arınmış bireyler olmak gerekir. Aile kurumu son yıllarda ortaklığa dönmüş durumdadır. Çünkü kazanma hırsı olan bireyler aslında aile oluşturamaz ve aile içinde böyle hisleri olan bireyler aile temellerini çökertir.
• Anne-çocuk arasındaki sevgi aşırıya kaçmamalıdır. Bu sevgi narsist bir sevgiye dönüştüğünde, anne çocuğu bir projeye dönüştürür ve karşılıklı olarak birbirlerinden ayrılmaları zorlaşır.
Psikanaliz ve tasavvufun konusu olan insanda bugün –çıkarları tarafından yönetildiği için- sevgi eksikliği var. Sevgi, bir anlamda nefsi geri çekmektir; başka bir deyişle sevgi, sevdiğinin iyiliği için kendini geri plana çekmektir. {jcomments on}