Demokratikleşme Paketi ve Yargı Sistemimiz

Hazırlayan: Yorum yapılmamış Paylaş:

Prof. Dr. SERAP YAZICI
Ekim 2010

Türkiye’nin bir taraftan Cumhuriyet kurulduğu andan itibaren karşımıza çıkan çok köklü ve karmaşık bir anayasa meselesi var. Diğer taraftan da 1982 Anayasası’nın bu problemleri daha karmaşık daha içinden çıkılmaz hale getirme meselesi var. Tabi böyle olması da normaldir. Çünkü anayasa dediğimiz şey aslında bir toplumsal sözleşmedir. Toplumsal sözleşme, bir ülkenin sınırları içinde yaşayan insanların birlikte tartışarak, pazarlık yaparak uzlaştıkları ortak bir metni ifade ediyor. Bu metnin temel özelliği farklı grupların birlikte hangi şartlar altında yaşayabileceklerinin düzenlenmesidir. Ne yazık ki Cumhuriyetimizin yüzüncü yılını dolduracak olmamıza rağmen, Türkiye henüz toplumsal sözleşme niteliğinde bir anayasa yapabilmiş değil. Türkiye’de bugüne kadar var olan sözleşmeler seçilmemiş organların yani halkın temsilcisi olmayan kişilerin, atanmışların, fiilen gücü elinde bulunduranların Türkiye için tasarladıkları toplum mühendisliğini kağıda dökmelerinden ibarettir. Anayasa meselelerimizin çözülemiyor olması da buradan kaynaklanıyor.

1982 Anayasasında Halk Yok

1982 Anayasası gerçekten de halkın temsilcilerinden oluşmayan bir organ tarafından hazırlanmıştır. MGK 12 Eylül’de TSK adına yönetime el koyduğunda en temel hedeflerinden birinin Türkiye’de sözüm ona demokrasiyi tekrar inşa etmek olduğunu beyan etti. Anayasanın yapımını da bu hedef için temel araçlardan biri olarak kamuoyuna ilan etti. Bu amaca uygun olarak 1981 yılında bir kanunla kurucu meclis teşkil edildi. Bu kanuna göre kurucu meclis iki meclisten oluşacaktı; bir kanadında MGK üyeleri yani TSK adına askeri müdahaleyi gerçekleştiren Genelkurmay, Anayasa Başkanı ve 4 Kuvvet Komutanı diğer kanat ise Danışma Meclisi adıyla anılmaktaydı ve 160 üyeden oluşacaktı. Bu 160 üyenin 120’si dolaylı, 40’ı doğrudan üye olarak MGK tarafından atandı. Haliyle bu organın temelinde halkın iradesi asgari düzeyde dahi rol oynamadı. Ve kurucu meclis çalışmalarını yürüttüğü sırada, yine hatırlarsanız Türkiye askeri yönetimin otoriter şartlarını yaşıyordu. Siyasi haklar ve özgürlükler büyük ölçüde askıya alınmıştı. Dolayısıyla anayasanın yapım sürecinde toplumun şu veya bu biçimde hiçbir etkisi ya da rolü olmadı. Anayasanın yapım sürecinde danışma meclisi de sadece danışsal bir rol oynadı. Hazırlanan bu anayasa taslağı üzerinde son sözü MGK söyledi. 5 general, bu taslağı ya değiştirerek kabul etti, ya da bazı hükümlerini tamamen reddetti. Ve bunlar yerine tümüyle yeni hükümler koymuş oldu.

Sözün kısası 1982 Anayasası beş generalin iradesinin eseri olarak yürürlüğe girdi. Halkın bunun üzerinde asgari ölçüde dahi rolü olmadı. Ve aslında anayasa halk oylamasına sunulurken de yine çok otoriter şartlar ve demokratik olmayan yöntemler söz konusuydu. Konsey yönetimi 70 ve 71 sayılı kararlarıyla anayasa taslağı üzerinde olumsuz görüş açıklama imkânını tamamen ortadan kaldırdı. Yani eleştiri tamamen yasaktı ve anayasayı halka tanıtma yetkisi de bizzat ve doğrudan doğruya müdahalenin lideri Org. Evren’e tanınmıştı. Evren bu görevi titizlikle yerine getirdi. Türkiye’nin çeşitli illerini karış karış dolaştı ve TRT’den yaptığı konuşmalarla anayasayı halka tanıttı. Böylece bu anayasaya neden “evet” veya neden “hayır” demek gerektiği konusunda serbest bir tartışma ortamı olmadı. Hatta konuyla ilgili bir anekdotu sizlerle paylaşmak isterim. Anayasa halk oylamasına sunulduğunda “evet” ve “hayır” oyları farklı renkteki oy pusulalarıyla sembolize ediliyordu ve mavi pusula “hayır” anlamını taşıyordu. Ama “hayır”ın propagandasını yapmak yasaktı. Bu yüzden çok dolambaçlı yollarla kamuoyuna “hayır” mesajı vermeye teşebbüs edenler vardı. O tarihlerde Cumhuriyet Gazetesi bugün olduğu gibi statükonun koruyucusu olan bir gazete değil daha özgür daha cesur bir gazeteydi ve “hayır”ın propagandasını dolaylı yollarla yapıyordu. Cumhuriyet Gazetesi’nin manşetlerinde Atatürk’ün gözlerinin mavisinin çok muhteşem olduğu, Ege Denizi’nin mavisinin çok anlamlı olduğu gibi bir takım haberler çıkıyor, karikatürlerde mavi gözlü sevgililer birbirlerinin gözlerine iltifatlarda bulunuyordu. Böylece kamuoyuna “hayır” mesajı dolaylı yoldan veriliyordu. O tarihte gazetenin yayın müdürü olan Hasan Cemal, Tank Sesleriyle Uyanmak isimli kitabında bu konuyu anlatıyor. Bir gün Hasan Cemal gazetede iken 1. Kolordu Komutanlığından telefon geliyor. Komutan Hasan Cemal ile çeşitli meseleler üzerinde görüştükten sonra, “bak Hasan Cemal; bir de şu mavi meselesi var. Gazetenizde her gün yazarlar, karikatüristler maviyle düşüp kalkıyorlar. Artık bu işe bir son verilsin. Eğer bu mavi meselesi çözülmezse gazetenizi kapatırız”, diyor. İşte sözün kısası 1982 Anayasası böyle bir atmosferde kabul edilmiş, yürürlüğe girmiştir. Yüzde 91 “evet” oyu öyle zannedildiği gibi halkın serbest iradesiyle şekillenmiş değildir. Eğer halkın gerçekten bir tercih şansı olsaydı, bu topraklarda yaşayanların öylesine sağduyusu yüksek ki böyle bir anayasaya “evet” demezlerdi. Kaldı ki “evet” demek aslında yine de rasyonel bir bakışın eseriydi. Çünkü eğer bu Anayasa yürürlüğe girmezse askeri yöneticiler belirsiz bir süre için iktidarda kalabilecek, sivil yönetime geçiş çok daha sonraki bir zamanda gerçekleşebilecekti. Dolayısıyla Türkiye’nin demokrasiye ulaşması daha da imkânsız olacaktı. “Evet” oylarının büyük bir oranı bir an önce sivil bir yönetime geçelim, sivil bir parlamento aracılığıyla daha demokratik bir anayasanın zeminini hazırlayabilir, daha demokratik bir anayasaya kavuşabiliriz saikinden kaynaklandı. Ama ne vahim bir sonuç ki üzerinden neredeyse 28 yıl geçti, Türkiye hala bu gerçekten utanç verici hükümlerle dolu olan anayasayı tasfiye edemedi, yeni bir anayasa yapamadı.

1982 Anayasasının Temel Özellikleri Nelerdir?

1982 Anayasası Milliyetçidir;
Bu anayasa herkese aynı etnik kökenden geldiği hissini vermeye çalışan milliyetçi bir anayasadır. Herkesi Türklüğün çatısı altında birleştirmeye çalışmaktadır. Tabi bu sözleri sarf ederken itinalı olmak gerekir. Çünkü birileri şunu söyleyebilirler. Ne var Türk olmak ayıp mı? Ebette ayıp değil ama insanın etnik kökeni ne olursa olsun, ne bir gurur ya da başkalarına tepeden bakma vesilesi olabilir, ne de insanların bundan dolayı eziklik duyabileceği bir faktör olabilir. Etnik kökenimiz tamamen irademiz dışında genetik sebeplerle sahip olduğumuz bir özelliktir. Anayasanın başlangıç bölümüne baktığımız zaman toplam on iki kere Türk ve Türklükten söz edildiğini görürüz. Bu, farklı etnik kökenden gelen insanların varlığının inkâr edildiği anlamına gelmektedir.

1982 Anayasası Devletçidir;
Yine Anayasa metninde toplam on altı kez devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünden bahsedildiğini görüyoruz. Bu durum Anayasa Mahkemesi’nin pek çok kararında özgürlükleri sınırlayan bir ilke olarak telakki edilmiştir. Bu kavramların varlığı Türkiye coğrafyasında yaşayan insanların önünde bir engeldir. Bu anayasa devletçi bir anayasadır. Anayasalar devleti korumak için yazılmazlar; çünkü devletin zaten korunmaya ihtiyacı yoktur. Devlet fert ilişkisi için de devlet doğası gereği üstün konumda olan unsuru teşkil eder. Kırılgan olan, korunmaya muhtaç olan devletin karşısındaki ferdin pozisyonudur. Nitekim dünya anayasacılık tarihine baktığımızda anayasacılık hareketlerinin özünün devletin iktidarını sınırlamaya, bireyin özgürlüklerini tanımaya ve korumaya, onu devlet karşısında güvence altına almaya odaklandığını görürüz. Fakat 1982 Anayasası tam aksi bir felsefenin ürünüdür. Devleti birey ve onun özgürlüğü karşısında korumaya odaklanmış bir anayasadır. Ve bunun doğal sonucu olarak da bu anayasa özgürlükçü değil, yasakçıdır. Anayasayı hazırlayan irade tarafından özgürlükler en büyük tehlike olarak telakki edilmiştir.


1982 Anayasası Vesayetçidir;
Bu Anayasanın bir başka temel özelliği vesayetçi olmasıdır. Vesayetcilikle, seçilmiş organlara dolayısıyla da halka duyulan güvensizliği kastediyoruz. Çünkü bu organları halk seçiyor. Halkın cahil olduğu, geleceğe dair doğru düşünemeyeceği, seçme hakkını daima yanlış saiklerle kullanacağı dolayısıyla parlamentoda tecelli edecek olan parti kompozisyonunun aslında devletin geleceği bakımından tehlike arz edeceği düşüncesinden hareketle seçilmiş organlar üzerinde bazı mekanizmalara yer verilmiştir. Bu mekanizmalar seçilmiş organların iradelerini denetleyecektir. İşte buna vesayet mekanizmaları diyoruz. Tabi bu ilk bakışta çoğulcu demokrasiyle çok kolay karışabilir. Çünkü çoğulcu demokrasinin de özü seçilmiş organların yetkilerinin sınırlanması gerektiği fikrine dayanır. Ancak çoğulcu bir demokraside seçilmiş organların iradesi anayasanın üstünlüğü, hukukun üstünlüğü, insan hakları ve azınlıkların haklarının korunması gerektiği fikri ile sınırlanmaktadır. Burada amaç, parlamentoda her zaman değişebilecek olan siyasal çoğunlukların toplumun tümünün haklarına eşit saygı göstermesinin sağlanması böylece seçimler neticesinde kendilerini azınlıkta görenlerin veya bir biçimde azınlık gruplarına dahil olanların kendilerini güvende hissetmesinin sağlanmasıdır. Dolayısıyla çoğulcu demokrasiler hukukun üstünlüğü ve insan hakları değerleri ile bağlı olarak seçilmiş organların iradelerini sınırlamaktadır. Haliyle bu sınırlamaların nerede başlayıp nerede bittiği ve nasıl uygulanacağı her bireyin önceden görebileceği bir durumdur. Oysa vesayetçi demokrasi farklı bir saikten hareket eder. Seçilmiş organların hata yapabileceği, devletin geleceğine, devletin ideolojik temellerine zarar verebileceği bu sebeple de seçilmiş organların iradesinin sınırlanması gerektiği fikrine dayanır. Burada korunan değer devletin ideolojisidir, bireylerin özgürlükleri değildir. Başı, sonu önceden bilinmesi mümkün olmayan denetimlerdir. Bu yüzden de vesayet organları aslında halkın iradesi ve onun temsilcileri üzerinde keyfi denetim yapan organlardır.

Vesayet Organı I; Cumhurbaşkanlığı
1982 Anayasası bir çok vesayet organına yer vermiştir ki bunlardan en önemlisi Cumhurbaşkanı makamıdır. Cumhurbaşkanı makamı bu anayasayı hazırlayanlara göre TSK’nın bir mensubu tarafından işgal edilecektir yahut hiç değilse TSK’nın ve bütün siyasi elitlerinin üzerinde mutabık olduğu bir kişi tarafından işgal edilecektir. Böylece devletin diğer organları üzerinde güçlü bir denetim kuracaktır. Bu yüzden de Cumhurbaşkanı makamına çok geniş yetkiler sunulmuştur. Tabi ki bu tasarımı yapanların projeleri daha 1989 yılında merhum Özal’ın seçilmesiyle bozulmuştur. Merhum Özal bu çevrelerin Cumhurbaşkanı makamında görmeyi arzu etmedikleri bir kişidir. Buna rağmen seçim gerçekleşmiştir. Şu günlerde tartıştığımız gibi merhum Özal’ın gerçekten eceliyle mi yoksa bambaşka bir sebeple mi vefat ettiği o günden bu yana hala bir muammadır. 11. Cumhurbaşkanı seçimi sürecinin de çok tartışmalı geçmiş olması, yine aynı sebepten kaynaklanmıştır. Çünkü devlet seçkinleri adına denetim yapması beklenen bu organa yine halkın temsilcilerinden biri seçilecektir. Üstelik o “biri”, devlet seçkinlerinin en itibar etmediği siyasi grupların içinden çıkmıştır ve daha da vahim olanı eşinin başı örtülüdür. Böylece devletin yüksek çıkarlarının büyük bir tehlikeye gireceği düşünülmüştür ve malumunuz olduğu üzere bu süreç iktidar ve muhalefet arasında ciddi bir krize neden olmuştur. Aynı zamanda bir e-muhtıranın yayınlanmasına yol açmıştır. Bu kriz aynı zamanda Anayasa Mahkemesi’nin anayasal yetkilerini aşarak sürece dahil olmasına ve anayasaya aykırı bir karar vermesine sebep olmuştur ama yine halkın sağduyulu iradesi ile mesele çözülmüştür.

Vesayet Organı II; MGK
II. Vesayet organı MGK’dır. Bu kurul aslında ilk defa 61 Anayasası ile kurulmuştur ama 1982 Anayasası bu kurulu daha da güçlendirmiş, yetkilerini genişletmiş, kararlarının Bakanlar Kurulu üzerindeki etkilerini artırmıştır. MGK asker ve sivil üyelerden oluşur ve bu kurulun aslında anayasada tayin edilen görevi, milli güvenlik ile ilgili politikalarda seçilmiş organlara, daha doğrusu Bakanlar Kurulu’na bir takım görüşler sunmak; yol göstermektir. Ama Türkiye pratiğinde MGK adeta ikinci bir Bakanlar Kurulu olmuştur. Milli güvenlikle ilgisi olan olmayan her türlü konuda karar üretmiş, hükümetlerin yolunu belirlemiştir. Böylelikle Türkiye’de sivil otorite hiçbir zaman halka taahhüt ettikleri politikaları izleyememişler, mutlaka izleyecekleri her politikada, atacakları her adımda askeri makamların icazetini almaya kendilerini mecbur hissetmişlerdir.

Vesayet Organı III; Anayasa Mahkemesi
Bir başka vesayet organı Anayasa Mahkemesi’dir. Aslında Anayasa Mahkemeleri bütün demokratik ülkelerde çoğulcu demokrasinin teminatıdır. Temel görevi kanunların anayasaya uygunluk denetimini yapmaktır. Bu sebeple demokratik dünyada Anayasa Mahkemesinin mutlaka meşruiyete dayanması gerekmektedir. Yani üyelerinin seçiminde şu veya bu ölçüde halkın iradesinin rol oynaması gerekir. Bu da parlamentoya, Anayasa Yargısına üye seçme yetkisi verilmesiyle sağlanır. Nitekim Almanya’da, Macaristan’da, Polonya’da Anayasa Mahkemesi üyelerinin tümünü parlamento seçmektedir. İtalya’da ve İspanya’da üyelerin bir bölümünü parlamento seçmektedir. Hatta bizim 1961 Anayasamızda da Anayasa Mahkemesi üyelerinin üçte birini TBMM seçmekteydi. 1982 Anayasası bu organa üye seçme yetkisini tamamen Cumhurbaşkanına bırakmıştır. Cumhurbaşkanı 11 asil, 4 yedek üyenin tümünü doğrudan doğruya veya dolaylı olarak seçmektedir. Sonuçta mahkeme üye kompozisyonu Cumhurbaşkanı’nın tercihleriyle belirlenmektedir. Bu da demek oluyor ki, Cumhurbaşkanı makamına da siyasi elitlerin güvendiği bir kişi oturacağına göre, yine Anayasa Mahkemesi’nin üyeleri üzerinde de bu siyasi elitler belirleyici olacaktır.

Vesayet Organı IV; HSYK
Bir başka vesayet organı HSYK’ dır. Bu kurul, Adalet Bakanlığı ve müsteşarı dahil olmak üzere, ikisi yürütmeden beşi yargıdan gelen toplam yedi üyeden oluşur. Diğer üyeler üç asil, üç yedek Yargıtay’dan, iki asil, iki yedek Danıştay’dan gelmektedir. Her iki yüksek yargı kuruluşunun gösterecekleri adaylar içinden her boş yer için gösterecekleri üçer aday Anayasa içinden Cumhurbaşkanı tarafından seçilmektedir. Peki nedir HSYK’ nın görevi? Hâkim ve savcıların ilk defa mesleğe kabullerinde tayin ve terfilerinde ve disiplin işlerinde yani yargı mensuplarının özlük hakları konusunda karar vermek. Dolayısıyla batılı demokrasilerde bu kurulun emsali olan organların görevi hâkim ve savcıların bireysel bağımsızlıklarını sağlamak, onları anayasal yetkilerini kullandıkları için herhangi bir hukuk dışı muamele ile karşılaşma ihtimalinden korumak, böylece hâkim ve savcıların görevlerini layıkıyla yerine getirmelerine imkân sunmaktır. Türkiye’de ise HSYK’nın gerek üye kompozisyonu ve üyelerin atanmasında izlenen yöntem, gerekse de kararlarının şeffaf olmaması ve kararlarının yargı denetimine kapalı olması bu kurulu da yine yargı organları üzerinde denetim icra eden bir vesayet organına dönüştürmüştür.

Nihayet 1982 Anayasası’nın yer verdiği parti yasaklarının da bir vesayet mekanizması yarattığını söyleriz. Çünkü bu yasakların dünyada başka örneği yoktur ve uygulanma biçimi son derece anti demokratiktir. Ve sonuç olarak Türkiye’de parti yasağı aslında siyasetin alanını resmi ideolojinin kriterlerine göre tayin etme isteğinden kaynaklanmaktadır. Bu yüzden de bugüne kadar toplam 25 siyasi parti Anayasa Mahkemesi kararlarıyla kapatılmıştır. Tabi Anayasanın bu düşünceyle tasarlanmış olması demokratikleşme, liberalleşme ve sivilleşme için çok ciddi bir engeldir.

Tümüyle Yeni Bir Anayasa…
Eğer Türkiye gerçekten daha demokratik bir sisteme kavuşmak istiyorsa önündeki asıl hedef mutlaka tümüyle yeni bir anayasa yapmak olmalıdır. Nitekim bu anayasa yürürlüğe girdiği tarihten bu yana toplam 16 ya da 17 değişiklik geçirmiştir. Bu değişiklikler anayasanın pek çok hükmü üzerinde farklı ifadelerin benimsenmesi sonucunu doğurmuştur. Bu değişikliklere şöyle bir göz atacak olursak, özgürlük alanlarını kısmen genişlettiği, bunlar üzerindeki güvenceleri kısmen güçlendirdiği, bu sebeple bir ölçüde liberalleşme ve demokratikleşmenin yolunu açtığı söylenebilir. Fakat bu değişikliklerin hiçbiri vesayet mekanizmaları üzerinde herhangi bir tadil öngörmemiş, bu mekanizmalar varlığını aynen muhafaza etmiştir. Bu mekanizmalar üzerinde ilk adım aslında 2001 yılında atılmıştır; MGK bir ölçüde sivil iradenin ağırlığı artacak biçimde tasarlanmıştır. Ancak bu değişikliğin olumlu sonuç yarattığı şüphelidir. Çünkü Türkiye’nin siyasal gerçekleri içinde anayasa hükümlerinde nasıl değişiklikler yaparsanız yapın elbette asıl karar verici irade maalesef TSK iradesidir. Dolayısıyla MGK’yı yeniden tasarlamak sonucu değiştirmemiştir. Zaten Kenan Evren de 12 Eylül’den hemen sonra “öyle bir anayasa yapacağız ki, bir daha darbe yapma ihtiyacı olmayacak” demiştir. Muhteşem bir anayasa mühendisliği yapan darbeciler hedeflerine ulaşmışlardır. Öyle bir anayasa yapılmıştır ki, darbeler artık darbesiz olarak gerçekleştirilmektedir. Hatta çoğu zaman siviller eliyle, demin bahsettiğim vesayet organları eliyle darbeler gerçekleşmektedir. O yüzden de şu son anayasa değişikliğine kadar kabul edilen anayasa değişiklikleri aslında özgürlüklerin bir ölçüde genişlemesini sağlamış olmakla beraber zannedildiği gibi Türkiye’de güçlü bir demokrasi için elverişli sonuçlar yaratmamıştır. Zaten vesayet güçleri tüm yetkilerini kurdukları için o yapılan özgürleşmeye yönelik değişiklikler de hiçbir zaman kendilerinden beklenen sonucu doğurmamıştır. Darbesiz olarak darbe yapmaya muktedir olan organlar varlıklarını bütün cesametiyle korumaktadır. İşte 12 Eylül’de bizim irademize sunulan paketin çok önemli olması, çok tartışılması bundan kaynaklanmıştır. Çünkü ilk defa bu vesayet organlarına dokunulmuştur.

Demokratikleşme paketinde neler var?

Paket, kişisel özgürlükleri genişletmiştir.

İsterseniz demokratikleşme paketinin nelere yer verdiğine kısaca değinelim. Bu paket 23 madde ve 3 geçici maddeden oluşmaktadır. Genel hatlarıyla bakınca anayasaya yeni bazı haklar eklemiştir; mesela kişisel verilerin korunması hakkı, çocuk hakları ve kamu çalışanlarına toplu iş sözleşme hakkı gibi. Bazı hakların alanı genişletilmiştir; mesela seyahat hürriyetinin hâkim kararı olmadıkça sınırlandırılamayacağı hükmü gibi. Böylece idari işlemler yoluyla mesela basit bir vergi borcu yüzünden ya da askerlik hizmetinin yarattığı bürokratik işlemler dolayısıyla seyahat hürriyeti sınırlanamayacaktır.
Seçme ve seçilme hürriyeti kısmen güçlendirilmiştir. Biliyorsunuz Türkiye’de siyasi partilerin kapatılmasına bağlanan bir ferdi yaptırım var. Bir siyasi partinin kapatılmasına eylem ve sözleriyle sebep olan milletvekillerinin vekillik statüsü, kapatma kararı resmi gazetede yayınlandıktan sonra bir işleme gerek olmaksızın derhal düşmektedir. İşte paket bu ferdi sonucu ortadan kaldırmıştır. Bu çok isabetlidir çünkü AİHM pek çok kararıyla bu hükmün orantısız bir cereyan yarattığını, halkın seçme ve seçilme hürriyetini kısıtladığını belirterek Türkiye’yi tazminata mahkûm etmiştir. Öte yandan anayasa herkesi anayasal hürriyeti ile ilgili ek bir güvenceye kavuşturmuştur. Eşitlik ilkesini düzenleyen hükme bir ekleme yapılmak suretiyle kadınlar, çocuklar, yaşlılar ve engelliler lehine pozitif ayrımcılık kuralı getirilmiştir ki ben bunda çok büyük isabet görüyorum. Çünkü batı demokrasisine baktığımız zaman benzer hükümler batı anayasalarında da var. Bu pakette kadınlarla ilgili hükme ayrı çocuklar, yaşlılar ve engellilere ilgili hükme ayrı cümlelerde yer verilmiş, bu şekilde kadın örgütlerinin hassasiyetlerine de karşılık verilmiştir.

Paket, hukuk devleti güvencelerini güçlendirmektedir.

Hukuk devleti modeli, devlet otoritesini hukuk sınırları içinde hareket etmekle yükümlü kılar. Devleti hukuk ile sınırlamanın asıl gayesi bireyin özgürlük alanını, varlığını korumak, bireyi yarınlara huzur içinde bakacak bir ortama kavuşturmaktır. Çünkü devlet otoritesini hukukla sınırlamazsanız o otoritenin ne yapacağını bilemezsiniz, haliyle bireylerin hakları da haleldar olabilir. Tabi bunun olabilmesi için tüm kamu işlemlerinin hukuka uygunluk yönünden yargısal denetime tabi olmaları gerekmektedir. Anayasa Mahkemesi 2. maddesinde hukuk devleti kuralına yer vermiştir ama bunun gereği olarak tüm kamu işlemlerinin yargı denetimine tabi olduğu bir sistemi yaratamamıştır. Bazı kamu işlemlerine yargı bağışıklığı sunulmuştur. Mesela YAŞ kararları, HSYK kararları, olağanüstü yönetim usulleri altında kabul edilen kanun hükmündeki kararnameler, uyarma ve kınama cezaları içeren disiplin kararları kendilerine yargı bağışıklığı sunulan işlemler arasındadır. Paket bu yargı bağışıklıklarını kısmen ilga etmiştir. Yaş kararlarının tümünü yargı denetimine açmamıştır sadece TSK ile ilişiğin kesilmesi hakkındaki şura kararlarını yargı denetimine açmıştır. Gönül isterdi ki bu kararların tümü yargı denetimine açılsın. Ama gene de pozitif bir adımdır. HSYK kararlarının tümü yargı denetimine açılmamıştır. Ancak meslekten ihraca yönelik kararlar yargı denetimine açılmıştır. Burada da olumlu ama eksik bir adımının varlığından bahsetmemiz mümkündür. Öte yandan uyarma ve kınama cezaları içeren tüm disiplin işlemleri artık yargı denetimine tabidir, bunlarla ilgili yargı bağışıklığı tümüyle ilga edilmiştir. Olağanüstü yönetim usulü kabul edilen kanun hükmündeki kararnameler ile ilgili yargı bağışıklığı varlığını korumaktadır. Bu bakımdan hukuk devleti güvenceleri güçlendirilmiştir ama yeterli değildir. Türkiye’nin daha güçlü daha cesur adımlara ihtiyacı vardır.

Yine bu çerçevede değinebileceğimiz başka bir iyileştirme; idari yargı yolunu düzenleyen 125. maddeye “idari yargı denetiminin yerindelik denetimi anlamına gelemeyeceği” yönünde eklenen hükümdür. Tabi bunun ne mana taşıdığını anlamamız için yerindelik denetiminin ne olduğunu bilmemiz gerekir. Bir hukuk devletinde bütün yasama işlemleri ve bütün idari işlemler üzerinde hukuka uygunlukları yönünden yargı denetimi olması gerekir. Burada hukuka uygunlukla kastedilen, bir işlemin normal hiyerarşisi içinde kendisinden önce gelen tüm hukuk normlarına uygunluğunun denetlenmesidir. Yani bir yönetmeliğin tüzüğe, kanuna ve anayasaya uygunluğunun denetlenmesi veya bir bireysel idari işlemin tüm yönetmeliklere, tüzüklere, kanunlara, uluslararası antlaşmalara ve anayasaya uygunluğu yönünden denetlenebilmesidir. Dolayısıyla bu denetimi yapan organ tamamen hukuk denetimiyle sınırlı olacaktır. Eğer yargı organı hukuka uygunluk denetimi yaptığı iddiası veya bahanesiyle bir işlemi yapan organın takdir yetkisini denetlerse bu yerindelik denetimi olur. Yerindelik denetimi bir hukuk devletinin yargı organına tanıdığı bir yetki değildir, tam aksine yargı organının yasaklandığı bir denetimdir. Aslında bu yasağın anayasada açık olarak zikredilmesine gerek yok çünkü bütün hukukçular bilir ki yargı organı yerindelik denetimi yapamaz. Yargı organı yerindelik denetimi yaparsa seçilmiş organların iradeleri ortadan kalkar. Politikalar üzerinde belirleyici olma imkânı seçilmiş olan yasama ve yürütme organlarından, belediye gibi kuruluşlardan yargı organlarına geçer, bunun yarattığı sonuç hâkimler hükümetidir. Hâkimler hükümeti demokrasiyi engelleyen en önemli faktörlerden biridir. Böyle bir ortamda temsili demokrasinin hiçbir anlamı kalmamaktadır. Çünkü Türkiye’de ne yazık ki 1961 Anayasasından bu yana yargı kuruluşları idari ve anayasal yargı kuruluşları dâhil, hukuka uygunluk denetimi yaptığı gerekçesiyle yerindelik denetimi yapmaktadır. Böylece seçilmiş organların iradeleri, yargı bürokrasisi tarafından keyfi ve ideolojik olarak sınırlanmaktadır.

Paketin bu hükmü çok tartışıldı biliyorsunuz. Ve anlamsız bir biçimde “yerindelik denetiminin yasaklanması anayasaya eklenirse çevre tahribinin artacağı, yargının çevreyi koruma teşebbüsünün sonra ereceği” gibi mantık dışı iddialar öne sürüldü. Çevreyi korumak yargının işi değildir. Eğer çevreyi koruyacaksak bu anayasal ve yasal düzenlemelerle olur. Bu tamamen bir kavram karmaşası yaratma girişimidir.

Nihayet gelelim paketin hukuk devletini güçlendiren diğer düzenlemelerine. Bir hukuk devletinde kimsenin yargılanmama keyfiliği olamaz. Eğer bir kişi suç işlemişse ya da hakkında suç şüphesi varsa, o kişiyle ilgili yetkili mahkeme huzurunda dava açılır. Eğer suç ispat edilirse hüküm giyer, ispat edilemezse beraat eder. Dolayısıyla kamu gücünü kullanan kişiler için de evveliyatla bu prosedürler işlemelidir. Çünkü kamu gücü, kamu adına birilerine sunulan yetkilerin varlığını ifade etmektedir. Kamu gücünü kullanan kişiler de görevleriyle ilgili bir suç işlemişlerse elbette yargılanırlar. Onların yargılanmamak gibi bir imtiyazı olamaz. Eğer bir imtiyaz sunulursa o devletin adı hukuk devleti olamaz. Türkiye’de belirli kişiler; Genel Kurmay Başkanlığı, 4 Kuvvet Komutanı ve TBMM Başkanı görevleriyle ilgili suç işleseler dahi bu kişileri yargılamak mümkün değildi. Çünkü bu kişilerin nerede yargılanacağını gösteren bir anayasa hükmü, kanun hükmü yoktu. Bu yetki kuralı mevcut olmadığı için pratikte bu kişiler yargılanamamaktadır. İşte paket bu eksikliği gidermiştir. O bahsettiğimiz kişilerin görev suçlarıyla ilgili Anayasa Mahkemesi huzurunda yüce divan sıfatıyla yapılacak yargılamada yargılanabilecekleri hükme bağlanmıştır. Bunu söylediğiniz zaman da yine birileri hemen bu yeni önemli adımı tahrip edebilmektedir. Ne demek efendim; Cumhurbaşkanını niye yargılamıyorsunuz, diyebilmektedir. Cumhurbaşkanının yargılanmama gibi bir keyfiliği yoktur. Anayasa Mahkemesi yüce divanın görevlerini zikrederken Başbakan, Cumhurbaşkanı, Bakanlar Kurulu üyelerinin, yüksek hâkimlerin, Anayasa Mahkemesi üyelerinin ve HSYK üyelerinin görevleriyle ilgili suçlarından dolayı yargılanabileceği hükümler vermektedir. Demek ki yargılanamayan yegâne kategori bu bahsettiğimiz kategoridir. Anayasaya böyle bir hükmün ilave edilmesinde isabet vardır.

Nihayet paketin en çok kıyamet koparan hükümleri HSYK ve Anayasa Mahkemesi hükümleri olmuştur. Önce Anayasa Mahkemesi’nden başlayalım. Demiştim ki 11 asil, 4 yedek üyenin tümü dolaylı olarak veya doğrudan doğruya Cumhurbaşkanı tarafından seçilir. Oysa demokratik dünyadaki örneklere baktığımızda parlamentoların Anayasa Mahkemesine üye seçtiğini görüyoruz. Peki, paket bu yönde nasıl düzenlemeler getiriyor? Birincisi yedek üyelik statüsü ortadan kalkıyor. Hali hazırdaki yedek üyelerin asil üye statüsüne yükselmesi sağlanıyor. Dolayısıyla on beş üye ediyor. Fakat mahkemenin üye sayısı da artırılarak toplam 17 üyeden müteşekkil olacağı hükme bağlanıyor. Bu üyelerden çok cüzi bir bölümünün seçiminde parlamentoya yetki tanınıyor; 3 üye için. Ve bu 3 üyeyi seçerken de TBMM tümüyle hür bir iradeyle hareket etmeyecek. Barolar, Sayıştay ve Anayasa olmak üzere bazı kuruluşların gösterecekleri adaylar içinden üyeleri seçecek. Dolayısıyla halkın iradesinin tecelli ettiği parlamentoya duyulan güvensizliğin eseri olarak arada bazı filtre mekanizmaları rol oynamış olacak.

Bundan başka nasıl değişiklikler getiriliyor? Hali hazır düzenlemelere göre bir kişi Anayasa Mahkemesi’ne üye seçilebilmek için 40 yaşını doldurmalıdır ve 40 yaşında mahkemeye üye seçilen biri 65 yaşını tamamlayıncaya kadar, yani emeklilik yaşı gelinceye kadar mahkeme üyesi olabilirdi. Bu ne demektir: bir kişi 25 yıl bu görevi yapabilmektedir. Bunun sonucu da mahkemenin üye kompozisyonu çok kemikleşmiştir; toplumsal değişimlere cevap verememektedir. Hâlbuki batı dünyasındaki örneklere baktığımız zaman Anayasa Mahkemesi üyelerinin görev sürelerinin 9 ile 12 yıl arasında sınırlandığını görürsünüz. Peki, paket ne getiriyor? Üyelerin görev süresini 12 yılla sınırlıyor. Bu çok olumlu bir adım fakat bu sınırlama kuralının hâlihazırdaki 15 üye için tatbik etmiyor. Bunlar, 65 yaşına kadar görevlerine devam edecekler. Yani mahkemenin üye kompozisyonu çok yavaş, zaman içinde ve tedricen değişecek. Niye böyle bir yöntem izlenmiş? Çok büyük ölçüde devlet elitlerinin tepkileri hafifletilsin diye böyle bir kurala yer verilmiş. Yani mevcut düzenlemeye göre Cumhurbaşkanının Anayasa Mahkemesine hem yüksek yargı kuruluşlarının gösterdikleri adaylar içinden üye seçme yetkisi var. Hem de doğrudan doğruya üye seçme yetkisi var. Hali hazırdaki düzenlemeye göre 3 asil, 1 yedek üyeyi Cumhurbaşkanı doğrudan doğruya hukuk ve iktisat fakültelerindeki profesörler, yüksek yöneticiler ve avukatlar arasından seçebilmekteydi. Bu paketle yelpazeye yeni kişiler ekleniyor. Kimdir bunlar? Birinci sınıfa yükselmiş olan hâkimler ve Anayasa Mahkemesi raportörleri. Bu karar bence son derece isabetlidir. Özellikle de Anayasa Mahkemesi raportörlerinin mahkemeye üye seçilebilmeleri demek artık mahkemede anayasa yargısı alanında daha çok tecrübesi olan kişilerin görev yapabilmesi demektir. Çünkü raportörler tüm dosyaları hazırlarlar, üyelere teslim ederler, üyeler o dosyalar üzerinden karar verir. Haliyle bu kişilerin mahkemelere üye seçilmesi isabetlidir.

Öte yandan biliyorsunuz, anayasal hakkı ihlale uğrayanlar, ihlal edilen hakları Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin koruduğu haklar olmak kaydıyla Anayasa Mahkemesine kişisel müracaatta bulunabilecektir. Böylece Anayasa Mahkemesi bu anayasal ihlalleri denetleyebilecektir. Tabi bu bir iyileştirme, ama Anayasa Mahkemesinin iş yükünü çok artacağını düşündüğüm için bu yönteme çok sıcak bakmıyorum. Buna bağlı olarak Anayasa Mahkemesinin üye sayısı artırılmış, on yediye çıkarılmıştır ve mahkemenin iki daireden müteşekkil olacağı hükme bağlanmıştır, bu da isabetlidir. Böylece Anayasa Mahkemesi üzerinde yapılan değişiklikler önemlidir ama yeterli değildir. Türkiye yeni bir anayasa yaparsa Anayasa Mahkemesinin yeniden yapılandırılması konusunda daha cesur adımlar atmalıdır.

Nihayet gelelim en çok kıyametin koptuğu alana, HSYK’ ya. Bu kurulun hâkim ve savcıların bireysel bağımsızlığını korumak üzere tasarlanmış olması gerektiğini fakat bu görevi yerine getirebilecek bir yapıya sahip olmadığını söyledim. Batı dünyasındaki örneklere bakarsak HSYK’nın muadili olan organlar, genel olarak karma bir üye kompozisyonuna sahiptir. Yani bu organda yargıçlık mesleğinden gelenler ve yargıç olmayanlar mesela hukuk profesörleri, avukatlar, işletme yöneticileri yer almaktadır. Yargıçlık mesleğinden gelenler çoğunluğu oluşturmakta ve yargının her basamağını temsil etmektedir ve kendi eşitlerinden seçilmektedir. Yani yüksek yargının bu kuruldaki temsilcileri bizzat yüksek yargı mensuplarınca, alt derece mahkeme temsilcileri de bizzat alt derece mahkemelerinin mensuplarınca seçilmektedir. Böylece yargı hiyerarşisinin bu seçim sürecinde menfi rol oynaması önlenmektedir. Öte yandan yargıç olmayan üyelerin parlamentolar tarafından seçilmesi usulü batı dünyasında benimsenmiştir. Bu ne anlama gelir? Bu üyeler vasıtasıyla yargı konseyi dediğimiz bu organlar keyfi kararlar veremezler, keyfi adım atamazlar, atarlarsa bunun hesabını halka verirler. Tabi batı örneklerinde parlamento bu yetkisini nitelikli oy ile kullanmaktadır. Bu neyi siyasal iktidarın tercihleriyle buraya üye seçmeyi imkânsızlaştırmakta, iktidar ve muhalefetin mutabakatı sağlanmaktadır. Ve tabi, batı demokrasilerinde kararların hepsi şeffaftır. Bunlar üzerinde yargı denetimi mevcuttur.

Maalesef bu paketle kararların şeffaf olmaması çözüme ulaşmamıştır. Kararlar hala şeffaf değildir. İlgililer sadece bilmektedir ama mesela bir hakim başka bir hakim hakkındaki kararı görüp okuyamamaktadır. Buna göre akıbeti hakkında bir fikre sahip olamamaktadır. Yargı denetimi konusuna gelince, sadece meslekten ihraç konuları yargı denetimine açılmıştır. Fakat asıl önemlisi paket, HSYK’ nın üye kompozisyonunu batıdaki örneklere ve Türkiye’nin mensubu olduğu bazı kurumların bu konuda yayınladıkları raporlara uygun olarak yeniden yapılandırmıştır. Bunlar; Avrupa Konseyi bünyesinde oluşturulan Avrupa Yargıçları Danışma kurulunun 10 numaralı 2007 tarihli raporu ve yine Avrupa Konseyi bünyesinde Venedik Komisyonu olarak bildiğimiz komisyonun 2007 tarihli yargısal atamalar başlıklı raporlarıdır. Bütün bu raporlarda HSYK’ nın batı demokrasilerine uygun bir biçimde nasıl yapılandırılacağı konusunda ipuçları vardır ki o ipuçları demin özetlediğim unsurlarla birebir örtüşmektedir. Paket üye sayısını artırmıştır; HSYK 22 asil, 12 yedek üyeden oluşacaktır. Adalet Bakanlığı ve müsteşar, kurulun üyesi olmaya devam edecektir. 4 üye, avukat ve hukuk profesörleri arasından Cumhurbaşkanı tarafından seçilecektir. Geri kalan 3 asil, 3 yedek üye ise Yargıtay Anayasa Genel Kurulu tarafından alınacak kararla seçilecektir. Yani, artık devreye doğrudan doğruya Cumhurbaşkanının iradesi girmeyecek, 2 asil, 2 yedek Danıştay Genel Kurulu tarafından, 1 asil, 1 yedek üye Adalet Akademisi tarafından, 7 asil 4 yedek üye 1. derece adli hâkim ve savcıları tarafından, 3 asil 2 yedek 1. derece idari yargı hâkim ve savcıları tarafından seçilecektir. Bu ne anlama gelmektedir: 1- Yargı organının büyüklüğüne uygun bir HSYK kompozisyonu yaratılmıştır. Bugün Türkiye’de toplam 7000 civarında hâkim, 4000 civarında savcı görev yapıyor, 3000 küsur boş kadro var. Bunlarla ilgili bütün kararları 7 kişilik, aslında 5 kişilik HSYK karara bağlıyor ki; bu orantısız bir durumu gösteriyordu. Dolayısıyla Türk yargı oranının büyüklüğüyle doğru orantılı bir HSYK kurulmuş oluyor. Bu da çok doğru bir adım. 2- Sadece yüksek yargı kuruşları değil alt derece görev yapan hâkim ve savcılar yani bütün yargı bu kurulda temsil imkanı buluyor. Böylece HSYK temsili bir yapıya ulaşmış oluyor. Yine de burada bir eksiklik var: TBMM’ye sunulması gereken yetki Cumhurbaşkanına sunulmuş durumda. Çünkü demin bahsettiğimiz o devlet elitleri, yine de TBMM’nin eline bir yetki verilmesine karşı çıkmaktadır. Çünkü TBMM’de tecelli edecek olan irade aşağı yukarı bellidir. Merkez sağın yolarına sahip bir parti orada güç kazanacaktır. Türkiye’deki seçmen davranışına bakarsanız aşağı yukarı yüzde 60 oyun merkez sağa ait olduğunu görürsünüz. Ve merkez sağ, seçkinci çevrelerin itimat duymadığı bir kesimi ifade eder. Cumhurbaşkanı makamından henüz ümit kesilmemiştir. Olabilir, bugün belki güven duyulmayan bir siyasi grubun mensubu olan bir kişi oraya seçilmiştir ama yarın belki yine vesayet güçleri etkili olabilir. Yine oraya devlet seçkinlerinin icazetine sahip biri gelebilir. İşte bu saikten hareketle parlamentoya tanınması gereken yetki Cumhurbaşkanına tanınmıştır. Ben olsaydım, bu yetkiyi parlamentoya tanır, batıdakine benzer bir model yaratmış olurdum.

“Yargı AK Parti Kontrolüne Girecek!”
Biliyorsunuz bu paket, kamuoyunda tartışılırken gerçek bir bilgi kirliliği yaratıldı. Dendi ki HSYK öylesine yeniden yapılandırılıyor ki, artık bütün yargı AKP’leşecek. Katıldığım tüm konferanslarda bunun kamuya bir korku pompalamak, böylece “hayır” oylarını teşvik etmek olduğunu, bir bilgi kirliliği olduğunu ifade ettim. Bu iddianın doğru olabilmesi için, şöyle bir veriye sahip olmamız gerekiyor. Bakın Yargıtay zaten bugün de HSYK’ ya üye seçiyor. Yeni yürürlüğe giren pakete göre de üye seçecek. Yargıtay’ın 250 üyesi bu seçimi yapacak. Danıştay paket öncesinde de üye seçiyor, yeni yürürlüğe giren paket gereğince de üye seçecek. Danıştay’ın da 95 üyesi var. Adalet Akademisi yeni bir kavram olarak ekleniyor. Adalet Akademisi Genel Kurulu da 30 kişiden oluşuyor. 30 kişinin tümünün Ak Partili olmasına imkân yok. Çünkü bu kurulun içinde Adalet Bakanı ve müsteşarı var, Adalet Bakanlığı Bürokratları var ama aynı zamanda Yargıtay’ın temsilcileri var, Danıştay’ın temsilcileri var, Askeri Yargıtay’ın, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi temsilcileri var, üniversite temsilcileri var. Ve nihayet bu yeni yürürlüğe giren düzenlemeye göre HSYK’ya üye seçimi için alt derece mahkemeleri yani toplam 11000 hâkim ve savcı oy kullanacak. Bütün bunlardan sonra HSYK’nın yeni paketle Ak Partinin kontrolüne gireceğini iddia etmemiz için oy kullanacak olan 11000 hâkim ve savcının Ak Partili olduğuna dair kesin bir garantiye ihtiyacımız var. Doğrusu benim elimde böyle bir veri yok. Anadolu’nun dört bir tarafını konferanslar vermek için dolaştığımda, konferans verdiğim ilin hâkimlerini ve savcılarını görüyorum. Bunların bir kısmı benim sınıf arkadaşlarım ve onlardan edindiğim izlenime bakarsak tam aksine bunlar Ak Parti iktidarına muhalif kişiler. Gayet güçlü eleştirileri var. Demek ki, böyle bir iddia doğru olamaz. Doğru olabilmesi için bilimsel bir çalışmaya ihtiyacımız var. İkincisi Yargıtay ve Danıştay Ak Partili ise o tehlike zaten anayasa metninin orijinalinde de vardı, çünkü HSYK’nın 5 asil 5 yedek üyesinin tümünü Yargıtay ve Danıştay’ın gösterdikleri adaylar içinden Cumhurbaşkanı seçiyordu. Öyleyse bu tamamen bir bilgi kirliliği yaratmak, halkın iradesinin gerçek olarak tecelli etmesini önleme gayretidir.

Nihayet “hayır” oylarını artırmak amacıyla şu iddia edilmiştir. Hazırlanan HSYK kanununda Adalet Bakanı ve müsteşarına öyle yetkiler verilecek ki böylece HSYK tümüyle iktidarın kontrolüne geçecek. Ben, Anayasa paketini okuduğum zaman bu sonucu çıkarmamı sağlayan bir hüküm göremediğim gibi tam aksi hükümlerin olduğunu gördüm ve hep şunu sordum; acaba farklı metinler mi okuyoruz? Yani nasıl oluyor da aynı hukuk kuralına bakıyoruz ve farklı şeyler söylüyoruz. Bu iddiaların ne kadar yersiz olduğunu gördük. İki, üç gün önce Adalet Bakanlığı web sayfasında yeni hükme uygun olarak HSYK’nın nasıl yapılandırılacağını, kanun tasarıları ile ilgi projelerini yayınladı. Ve bu projeyi bütün yüksek yargı kuruluşlarına gönderdi, noterler birliğine gönderdi ve konu tartışmaya açıldı. İddia edilenlerin tam aksine tasarı metni var. Zaten öyle olması gerekiyordu çünkü Anayasa paketinde bunlar vardı.

1- HSYK artık 3 daireden müteşekkil olarak çalışacaktır. Bu dairlerin çalışmalarına Adalet Bakanı katılamayacaktır. HSYK’ nın bütün yetkileri bu 3 daire arasında paylaştırılmıştır. Öyleyse iddia edildiği gibi yargıyı bakanın emrine, hükümetin emrine sunmak gibi bir gayret söz konusu değildir.

2- Adalet Bakanı Müsteşarının iddia edildiği gibi yetkileri mevcut değildir. Müsteşar bu üç daireden sadece birinde üye olacaktır. Müsteşarın üyesi bulunduğu dairenin başkanı olma hakkı yoktur. Ve müsteşarın toplantıların gerçekleşmesini engelleyecek bir yetkisi yoktur. Bakın biliyorsunuz, eski düzenlemeye göre, müsteşar toplantılara katılmadığı anda toplantı yapılamıyordu. HSYK’ nın yargıdan gelen üyeleriyle, yürütmeden gelen üyeleri arasındaki ihtilaf buradan çıkıyordu. Çünkü müsteşar toplantıdan çıkınca daire karar alamıyordu. Yeni tasarı ise şöyle bir formüle yer veriyor. Her daire 7 üyeden oluşacak ve her dairenin karar alabilmesi için 5 üyenin hazır olması yetecek. Yani müsteşar katılmadığı takdirde de o toplantı yapılabilecektir. Demek ki bir bardak suda fırtına koparılmıştır. Ben doğrusu bu tasarı metnini son derece isabetli gördüm.

Ayrıca şöyle bir hükme de yer veriyor tasarı metni: Adalet Bakanı yargı mensuplarının disiplin işlemlerinin görüşüldüğü toplantılarda oy kullanamaz. Böylece bir yargı mensubu disiplin cezası alırken hükümet aleyhine yargı kararı verdiği için onun disiplin cezası aldığı gibi bir iddia olamayacaktır. Çünkü Adalet Bakanı o karar alma sürecinde olamayacaktır. Peki, niye bu kadar çok kıyamet koptu? Çok açık. Çünkü bu anayasa değişiklik paketi şu ana kadar anayasanın yer verdiği vesayet kurumları üzerine ilk kez bir çatlak yaratacaktı. Türkiye’de temsili demokrasinin ve hukuk devletinin önü açılacaktı. İşte bundan rahatsız olan çevreler, paketi kamuoyuna yanlış biçimde takdim ettiler ya da referandumu bir tür güven oylamasına dönüştürdüler. Bu süreçte paketin içeriği hiç konuşulmadı veya yalan yanlış iddialar öne sürüldü. Böylece seçmenin iradesinin gerçek anlamda tecelli etmesinin önüne geçilmek istendi. Ama ben Türkiye’de her zaman sağduyunun çok yüksek olacağını biliyorum. Hatta Ağustos ayında Haber Türk’ün online servisinin benimle yaptığı röportajda mutlaka “evet” oylarının çoğunluk oluşturacağını ve paketin yürürlüğe gireceğini belirtmiştim ki, yanılmadım. Ve gördüğünüz gibi yüzde 59 civarında bir evet oyu ortaya çıktı. Tabi bu çok önemli, çünkü Türkiye’de seçmen demokrasiden yana, özgürlüklerden yana tavır almıştır. Daha da mühimi yeni bir anayasa istediğini de beyan etmiştir ki bu göz ardı edilecek bir beyan değildir. Bütün siyasi partilerin bunu dikkate alması mutlaka yeni bir anayasa yapımı konusunda strateji tayin etmeleri gerekmektedir. Ve inşallah Türkiye 2011 seçimi ile yeni anayasasını yapacak olan organını seçecek ve bu organın çalışmalarına toplumun tümü bir biçim de katılma, iştirak etme imkânı bulacaktır. Ama tabi ki anayasaların elinde sihirli değnek yok, demokratik anayasa cennetin vaat edilmesi anlamına gelmiyor. Anayasayla sorunların çözümü için ya kolaylaştırıcı ya zorlaştırıcı bir zemin yaratılabilir. 1982 Anayasası sorunların çözümünü güçleştiren değil imkânsız kılan zemin yaratmıştır. Eğer demokratik bir anayasa yapabilirsek sorunların çözümünün kolaylaştığı bir ortamı yaratabiliriz; ama unutmayalım o sorunları biz çözeceğiz. Uzaydan gelen birileri veya hayal ettiğimiz bir kahraman, beyaz atlı prens çözmeyecek. Bu yüzden sizin yürüttüğünüz çalışmaların çok büyük bir değeri var. Hemcinslerimizi Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu demokrasi ve hoşgörü kültürü konusunda eğitmeye, bilinçlendirmeye devam ettiğimiz ve bu faaliyetlerin benzerleri ülke düzeyine yayıldığı sürece dindar olanla olmayan, Müslüman olanla olmayan, Alevi olanla Sünni olan veya farklı farklı etnik kökenlerden gelen kişilerle barış içinde yaşama yolunda gayret gösterildiği sürece Türkiye birçok problemini geride bırakacak ve daha reel, daha gerçekçi sorunlar üzerinde konuşabilecek, böylece Türkiye’nin normalleşmesi mümkün olabilecektir.

Bu metin Prof. Dr. Serap Yazıcı’nın derneğimizde verdiği seminerden tarafımızca yapılan özettir.

Özeti hazırlayan: Ayla Kerimoğlu

Önceki Yazı

Malezya Raporu

Sonraki Yazı

Günümüz Aleviliği

Bunlar da ilginizi çekebilir

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir