Prof. Dr. Ahmet Yüksel ÖZEMRE
6 Aralık 2003
“Bugünlerde gündem fevkalede meşgul eden bir nükleer enerji meselemiz var. Bunun Türkiye’ye getireceği bir takım değerler ve bu değerler yanında kuşkular mevcut. Ben bu kuşkularla ilgili konuşmak istiyorum.
Dünyada halen 32 ülkede yaklaşık 350.000Mwe’lik toplam kurulu güce sahip 433 tane nükleer santral çalışmakta ve şu anda 31.000 Mwe kurulu güç tutarında ki 39 nükleer santral de inşaat halinde bulunmaktadır.
Nüfusumuzun artış oranı, dünya sıralamasında üçüncü sırada bulunmakta olup her yeni doğan çocuk da daha fazla elektrik tüketimi ihtiyacı doğurmaktadır.Sanayileşmemiz de problemlidir ve rasyonel değildir.Optimizasyon kavramından uzak bir biçimde gelişen bu problemli sanayileşme yüzünden Türkiye’de enerji maalesef israf edilmektedir.Bu iki problem Türkiye’nin elekrtik enerjisine olan ihtiyacını fevkalade arttırmıştır.Sanayi bakımından ilerlemiş ve belli bir refah seviyesine sahip Ülkelerde her sene elektrik ihtiyacına olan artış %0,5 ile %1,5 arasında iken bu oran Türkiye’de %8’in altına düşmemekte zaman zaman %12’yi bile aşmaktadır.Türkiye’nin dehşetli bir enerji krizi içerisine girmemesi için bu artışı mümkün olduğu kadar aşağı çekmek gerekmektedir.
Türkiye’de düzenli bir ekonomik kalkınma için elektrik üretiminin 20 sene zarfında 4 misli artırılması öngörülüyor. Akarsularımızın kullanılabilir potansiyeli, enerji üretiminde gerekli olan artışı karşılayabilecek kapasite de değildir.
Yapılan çalışmalar gösteriyor ki işin içine muhakkak surette başka bir konvansiyonel enerji kaynağını sokmamız lazım. Bu öyle bir enerji kaynağı olmalı ki istediğimiz seviyede üretim yapalım istediğimiz an kapatıp istediğimiz an açabilelim. Böyle bir enerji kaynağı nükleer enerjidir ve Türkiye mutlaka bu enerji türünden istifade etmelidir.
1960’ların sonundan itibaren Türkiye üç defa nükleer santraller kurmaya teşebbüs etti ve her üçünde de teşebbüs akim kaldı. Bunun başlıca sebebi, hükümetlerin ve devlet adamlarının bu hususta arzularının bulunmasına rağmen yeteri kadar siyasi idarelerinin olmamasıydı. Bu sebeple de gerek iç gerekse dış mihraklar bu kararın gerçekleşememesinde etken oldular.
Niçin nükleer enerji Türk kamuoyunda bir öcü gibi gösterilir? Bunu anlatmak için konuya bir misalle gireceğim. Türkiye bugün 1000 Mwe’lik bir nükleer santral tesis etse bu santralin bir yılda üreteceği elektrik enerjisinin petrol eşdeğeri 1 milyon 600 bin ton petroldür. Kömür eşdeğeri ise bunun üç mislidir. Bir nükleer santralin ömrü kırk sene olduğuna göre bu santral bize ömrü boyunca 64 milyon ton petrol tasarruf ettirecektir. Böyle 10 nükleer santralimiz olsa petrolde yapacağımız toplam tasarruf 640 milyon ton olacaktır. Bir an için 9 müslüman ülkenin daha bizim misalimizi izlediğini farz edin bu ne demek biliyor musunuz? Bu dünya petrol ve kömür kartelinin batması demektir. Bu yüzden petrol ve kömür kartelleri Türkiye ve Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerin önünü kesmek için tasavvur edilemeyecek bir mel’anet şebekesiyle çalışmaktadır. Bunlar nükleer enerjiyi bir öcü gibi göstererek ellerindeki petrol ve kömürün bir an evvel satılmasını sağlayacak tedbirler alıyor ve fanatik çevreci kuruluşları destekliyorlar.
Şimdi sadece Green Peace’i ele alalım. Birkaç tane gemisi, muhtelif yerlerde şubeleri ve olağanüstü büyük maddi imkanları var. Şubelerindeki yetkililere 5000 dolar aylık veriyorlar. Ayrıca bu şubeler arasındaki iletişimi sağlamak için ayda 2 milyon dolar ödedikleri bi uydu kanalı var. Varın siz hesap edin bu para nereden geliyor. 10 otobüslük gösterici kafilesini İstanbul’dan Akkuyu’ya götürüp 5 gün zarfında ‘Akkoyu’ya hayır’ şenlikleri (!) tesis edip geri getirmenin masrafı 300-500 bin dolar arasındandır. Bu para birinin cebinden çıkıyor da neden çıkıyor? Aldanmamak lazım en büyük kozları Çernobil kazasıdır. Şüphesiz Çernobil kazası dünyanın en büyük kazasıdır.
O dönemde ben Atom Enerjisi Kurulu Başkanıydım ve bu işin bütün çilesini çektim. Ondan önce ilk nükleer kaza 1957 senesinde İskoçya’da olmuş , bu kazada kimse ölmemiştir. Fakat neticesinde bir daha bu kabil kazalar olmasın diye ihtiyaç olarak ortaya bir ‘batı anlamında nükleer doktrini’ çıkmıştır. Bu yeni doktrine göre santraller 1-1,5 metre arasındaki borlu betonarme bir emniyet kabuğunun içinde yer almaktadır. Bir kaza olsa görevliler içinden çıkıp kapısını çekse radyasyon sonsuza dek yayılmaksızın orada kalır.
Nitekim 1979’da Chicago yakınlarındaki Three Miles Island santralinde tıpkı 1986’da vuku bulan Çernobil kazası gibi bir kaza vuku bulmuş ve bütün çalışanlar çıkıp reaktörün kapısını kapatmışlardır. 21 senedir reaktör kapısının dışına hiç radyasyon sızmış değil; kimse ölmemiş ve hastalanmamıştır da.
Kazaya uğrayan Çernobil Nükleer Santrali’nin dört numaralı ünitesi tek tuğla bir binanın içindeydi. Özel olarak gönderilmiş, reaktörü tanımayan bir ekibin hatası sonucu reaktörün kalbi erimeye başladı ve damı uçtu. Böylece dünya tarihinde atom bombaları hariç, görülmemiş vüsatte bir radyasyon yayıldı ve 30 km içinde ölümcül etki yapabilecek seviyeye ulaştı. Bu arada santralin itfaiye müdürü, yangını söndürmek için itfaiyecileri santralin üstüne çıkardı. Halbuki nükleer yangın hiçbir şeyle söndürülemez. Netice itibariyle 29 itfaiyeci almış oldukları fevkalade yüksek ölümcül doz dolayısıyla 10 gün içerisinde büyük ıstıraplarla öldüler. Reaktör patladığı zaman bir kişi bu muazzam hadide karşısında kalp krizi geçirerek bir kişi de fırlayan parçanın başını koparması sonucu öldü. Demek ki ani ölüm 31 kişiydi.(Çevrecilere bakarsanız bu sayı 3 milyon 14 bin kişidir.)
26 Nisan 1986’da vuku bulan bu hadise Rusya tarafından iki gün izlendi. Açıklanır açıklanmaz radyasyonun boyutunu çok hassas cihazlarla ölçmeye başladı. Uluslar arası Atom Enerjisi Ajansının meteorolog uzmanlarıyla yaptığımız görüşmeler sonunda radyasyonun hava akımı sebebiyle Avrupa’ya gidip oradan Türkiye’ye döneceğini anlamıştık. Türkiye’de Edirne ve Doğu Karadeniz olmak üzere iki yer radyasyona maruz kalacaktı. 3 Mayısta radyasyon Edirne’ye yağmurla birlikte indi. Bütün dataları topladık, halkın yemek yeme alışkanlığını göz önünde bulundurarak karamsar bir hesapla bir senede alınması muhtemel radyasyon miktarını ölçtük. Gördük ki bir sene boyunca alabilecekleri maksimum radyasyon dozu 75 miliremden fazla değildi. Bu doz iyot 131 radyoizotopu ile yapılan tiroid tetkikinden bir kerede alınan radyasyon dozunun yalnızca 1150 de biri kadardı.
Biz bu neticeyi elde edince çok rahatladık. Bir sene sonra yapılan ölçümler neticesinde Türkiye’de bir kimsenin bu zaman zarfında alacağı radyasyonun 59.7 miliremden fazla olmadığı anlaşıldı. Bu doz hostes kızımızın haftanın altı günü İstanbul-Londra arasında gidiş-geliş yaptığı zaman yerden 10 bin metre yükseklikte aldığı doza eşittir.
İstanbul’da oturan bir vatandaşımız doğal yollarla bir yılda 66 miliremlik radyasyon dozu alır. Buna bilgisayar ve televizyon gibi doğal olmayan kaynaklar dahil değildir. 2500 metre yükseklikte ve bu yükseklikte kozmik ışıkların da katkısı sebebiyle. Erzurum’daki vatandaşımız doğal kaynaklardan senede 175 milirelik radyasyon alır. Fakat Sivrihisar’da oturan bir vatandaşımız Türkiye’deki en yüksek radyasyonu alır. İşin enteresan yanı Sivrihisar kansere en az rastlanan yerdir. İzahı çok basit: Az miktarda radyasyon kansere bağışıklık kazandırır, çok miktarda olursa kansere sebep olabilir.
Çernobil kazasının Türkiye’de sağlık üzerine en ufak etkisi olmadı. Çaya da radyasyon bulaşmış olması halkı tedirgin etti. Oysa TAEK, Çay-Kur ile işbirliği yaparak, çayın son derece kontrollü bir biçimde piyasaya sürülmesine yardımcı oldu. Piyasadaki Çay-Kur çaylarını demleyince bunların su katılmamış demlerinden bir yıl boyunca her gün 8 gün gaz tenekesi çay demi içilmediği takdirde radyasyon sağlığı açısından korkulacak bir şey yoktu. Kısacası çay, fındık, tütün, kekik araştırıldığında bunlarda insan sağlığını tehdit edici boyutlarda radyasyon olmadığı anlaşıldı. Mesela o sene elimizde kalır sandığımız ve Hamburg borsasının yüzde 25’ini oluşturan fındığımız son tanesine kadar satılarak rekor yaşandı.
Şimdi gelelim Akkuyu’ya . orada yapılacak olan nükleer santral aşağı-yukarı 1200-1350 MWe büyüklüğünde olacaktır. Türkiye’nin herhangi bir zarara uğramaması için İhale Şartnamesi’ne gereken her türlü şartı koyduk. Bunlardan bir tanesi de bu santrallerin batıdaki nükleer standartlarına göre yapılmasıdır.
Nükleer santraller bizatihi yapısı itibarıyla çevre dostu santrallerdir. Çünkü termik santraller gibi havaya karbondioksit, azotoksit, sülfüroksit salgılamaz. Sanayileşmiş ülkelerin tesislerinden havaya o kadar fazla karbondioksit salgılanmaktadır ki bunun neticesinde 2010’da dünya atmosferinin sıcaklığı 5 derece artmış olacak ve belki kuzey kutbunda eriyen buzlar dolayısıyla biz her halde böyle bir toplantıda dalgıç elbiseleriyle bulunacağız.
Halen dünyada işletmede olan yaklaşık 350.000 MWe’lik toplam kurulu güce sahip 433 nükleer santralin, bunlara eşdeğer kömür santrallerine oranla , bir yılda;
1)872.657.500 kömür israfına,
2)2.094.378.000 ton CO2 gazının salgılanmasına,
3)41.887.560 ton SO2 gazının salgılanmasına,
4)8.726.575 ton Nox gazının salgılanmasına,
5)209.437.800 ton atık külün üretimine ve
6)69.812.600.000 Becquerel’lik bir radyasyonun yayılmasına engel oldukları hesaplanmıştır.
Bu durum bile nükleer santrallerin ne denli çevre dostu olduklarını göstermeye yeter!
İki türlü çevreciyi birbirinden ayırmak lazım. Biri aklı başında ilmi metodlarla çevrenin korunmasını isteyen alıcı ve verici pozitif kıstaslardan ayrılmayan kimselerdir. Bir de fanatik çevreciler var ki bunlar tıpkı Zerdüşt dini gibi dualist bir inanca sahipler. Bir tarafta güneşi temsil eden aydınlıklar prensi Ahura Mazda, öbür tarafta nükleer enerjiyi temsil eden karanlıklar prensi Ehrimen. Bunların Green Peace denilen kendilerine mahsus kiliseleri var.”
Not: Programın özeti, deşifre üzerinden hazırlanmıştır.
Hazırlayan: Soley Gülsoy