Batının Sosyo – Politik Oluşumunda Osmanlı’nın Etkisi

Hazırlayan: Yorum yapılmamış Paylaş:

Dr. Tahsin GÖRGÜN 

 18 Nisan 2005

“Modern Batı’nın oluşumunu anlatan eserler genellikle bu oluşumun – kısmen Müslümanlardan istifade ile olsa da,- Grek düşüncesi, Roma Hukuku ve Hıristiyanlıktan oluşan üç temel üzerinde, bütünüyle orijinal bir şekilde tamamlandığı varsayımına dayanırlar. Ancak son zamanlarda yapılan bazı araştırmalar bu varsayımın ispatının oldukça zor olduğunu; ve gözden geçirilmesi gerektiğini ortaya koymuştur. Bu hususta benim yaptığım araştırmalarda ulaştığım neticeleri ve bu yaklaşımın içerdiği bazı tezlerin niçin doğru olmadığını ifade etmeye çalışacağım.

a)  Bilim ve felsefe Batının gelişimini anlatan yazıların temel varsayımlarından birisidir. Buna göre Batılıların kendi “muhteşem” tarihleri dışında başka bir şeyi tanımaya ihtiyaçları olmadığı; özellikle Rönesans döneminde kendi tarih ve kültürlerini tanıyarak onları “yeniden” işler hale getirdikleri; bu tarih ve kültürün en önemli unsurlarının Grek felsefesi ve bilim olduğu; bunun neticesinde de yavaş yavaş bazı yeniliklerin ve buluşların gerçekleştiği; bunlar arasında en önemli olanlarından birisinin “deney” yöntemi ve “tümevarımcı” yaklaşım olduğu anlatılır.

b) Dini ve ahlaki hayat, doğrudan doğruya reform hareketi ile alakalıdır. Bu hareketin, Papalığa karşı olsa da o dönemdeki şartları dikkate alarak, Katoliklerin ortaya çıkardığı kötü durumdan kurtulmanın bir yolu olduğu, yani ters taraftan bir tür Katoliklik olarak geliştiği varsayılır. Yani reform hareketi de Batılıların, başka hiçbir toplum dikkate alınmadan, kendi şartlarını iyileştirmek için, kendi tecrübelerine dayanarak ortaya çıkardıkları bir hareket olarak tasvir edilir.

c) Siyasi düzen alanında Batı’nın “pratiği olmayan” yani örneksiz bir teori yoluyla, kendi siyasi düzenini geliştirdiği ve bunun neticesinde de bugünkü siyasi ve toplumsal düzene ulaştığı varsayılır.
Batılı düşünürlerce Osmanlı devleti, İstanbul’un Fethi, Viyana Kuşatması ve İnebahtı Deniz Savaşı gibi birkaç olayla birlikte zikredilir ve bunun dışında, ya Türkolojinin bir konusu olarak incelenir veya neredeyse hiç zikredilmez.

Halbuki 16. yüzyılın bir haritasına bakan herkes şunu açıkça görür ki, o gün bilinen dünyadaki üç büyük devlet, Osmanlı Devleti, Safevi Devleti ve Babür Devleti birer Türk Devletidir. Bunlar arasında özellikle Osmanlı Devleti, o dönemin en büyük siyaset teorisyeni olarak bilinen Jean Bodin’in açıkça ifade ettiği gibi, ordusu diğer bütün devletlerin ordularının toplamını yenecek kadar güçlü bir devlet, yani o günün süper gücüdür. Diğer taraftan Osmanlı Devleti’nin akıncıları, özellikle Mohaç savaşından sonra, istedikleri vakit Kuzey Denizine kadar uzanabilmekte ve istedikleri yerleri yağmalayabilmektedir. Bu durumun en açık delillerinden birisi, yağmadan kurtulabilmek için  birkaç asır süren bir “Türk Vergisi”nin Almanya’da halktan toplandığının ve bu verginin aynı zamanda bir tür sermaye birikimine de yaradığıdır. Kısaca şunu söylememiz mümkündür: O gün Osmanlı toplumu ile Batı’da yaşayan insanlar arasında, bugün tasavvur edilebilenin ötesinde bir irtibat bulunmaktadır ve bu irtibat sayesinde Batı’da yaşayanlar, Türkleri gayet iyi tanımaktadırlar. Bunun delillerinden birisi, 15. yüzyıldan 19 yüzyıla kadar olan seyahatnamelerdir. Bu seyahatnamelerin matbu olanlarından günümüze ulaşanları 30. 000 civarındadır. Burada dikkat edilmesi gereken husus, bu seyahatnamelerin  yazılan seyahatnamelerin  sadece bir kısmını teşkil etmesidir. Bu konudaki araştırmalar arttıkça bizim de malumatımız artacaktır.

Diğer taraftan reform hareketini yürütenler arasında İslâmı ve özellikle Türklerin yaşadığı dini hayatı bizzat görerek bilen insan sayısı oldukça fazladır. Sadece Doğu ve Orta Avrupa’nın büyük bir kısmının Osmanlı yönetiminde bulunduğu ve bu yörelerde yaşayan nüfusun büyük bir kısmının Hıristiyan olduğu hatırlanacak olursa; o günkü sınırların bugünkü anlamda sınır olmadığı, savaştan daha çok barışın hüküm sürdüğü, bölgeler arasında başta ticaret olmak üzere bir çok insani ilişkinin devam ettiği hatırda tutulacak olursa, Batı Avrupa’nın Osmanlı’yı tanımadığı tezinin gerçekçi hiçbir temelinin olamayacağı ortaya çıkar.

Ancak mesele bundan ibaret değildir. 15. ve 16. yüzyılda yaşamış ve o günkü Batı toplumunun toplumsal, siyasi ve dini hayatında etkin olmuş bir çok düşünür ve din adamının yazıları da bu hususta oldukça önemli deliller sunmaktadır.

Meselâ Batı’da siyaset biliminin kurucusu olarak bilinen ve Fatih’ten biraz sonra yaşamış, 1500’lü yılların başında ölmüş Machiavelli’nin “Hükümdar”  isimli kitabını okuduğunuz vakit çok açık bir şekilde Osmanlı Devleti’nin dış siyasetinde esas alınan ve Serahsî’nin “Siyer-i Kebîr” isimli esere yazdığı şerhte uzun uzun açıkladığı ilkeleri,  iç siyaset ilkeleri haline dönüştürerek yazdığını görürsünüz. Daha başka bir ifade ile Machiavelli’nin siyaset teorisi kabaca Osmanlı’nın dışardan görüldüğü haliyle ve dışarıya yönelik olarak takip ettiği siyasetin içselleştirilmiş halidir. Bu konuda bir başka örnek ise bir Fransız siyaset teorisyeni olan Jean Bodin’dir. Bodin, siyasi düşünce tarihinde “absolutizm” adı verilen mutlakiyetçi devletin teorisyeni olarak takdim edilir. Bodin, devlette olması gereken üç unsur olarak “merkezi bir ordusu, aldığı düzenli vergi ve merkezi bürokrasisinin olması”nı zikreder. O dönemde bu unsurlara sahip olan ve Bodin tarafından bilinen yegane Devlet  Osmanlı Devleti’dir. Jean Bodin Osmanlı devlet düzeninin gayet iyi bilindiğini ifade ederek, bu konuda o günlerde ellerde dolaşan çok sayıda eserden 7-8 kitabın ismini zikreder. Bodin’in bunu yaptığı zaman 1550’li yılardır.

Kısaca şunu söyleyebiliriz: Her şeyi bilmek, her şeye hakim, her şeyin sahibi, Rezzâk vs. olma iddiasında olan modern devletin teorisyeni olarak bilinen Jean Bodin bu teorisini, Friedrich Meinecke’nin ifadesi ile, o dönemdeki hemen bütün siyaset teorisyenleri ve ütopyacılar gibi,  ideal olarak kabul ettiği Osmanlı’nın düzenini taklit ederek geliştirmiştir. Bu teori dönüşüp gelişerek, 19. yüzyılda “istibdât” adı altında, Osmanlı devletine bir tür kurtuluş reçetesi olarak geri gelmiştir. Ancak hiçbir taklid aslının aynı olmadığı gibi, zaman içerisinde tamamen mahiyet değiştirdiği için, aslı ile hiçbir alakası da kalmamıştır. Netice itibariyle, acı uygulamalarını Demirperde ülkeleriyle Nazi ve Faşist yönetimler şeklinde açıktan gördüğümüz, benzerlerine günümüz İslam dünyasında yaygın olarak rastladığımız, “taklit ve ithal” bir oluşum olarak tekrar Müslümanların karşısında çıkmıştır. Halbuki o dönemde Osmanlı Devleti, bugün bizim tasavvurlarımızın da ötesinde “sivil” bir toplum idi; başta eğitim olmak üzere, -dış savunma ve sınırlı anlamda iç güvenlik ve adalet dışında- hemen bütün alanlar tamamen sivillerin faaliyetleri ile devam ediyordu. Bu anlamda mutlakiyetçilikle hiçbir alakası yoktu. Ancak dışardan bakanlar bütün bir toplumu, bir biri ile gayet uyumlu bir şekilde işleyen büyük bir çark, bir “Leviathan” olarak algılıyorlardı. Bundan dolayı da taklid ederken, böyle büyük bir çark ortaya çıkardılar. Bu çarkın 20. yüzyılda nasıl işlediğini veya işleyebileceğini biraz vurgulu da olsa, George Orwell 1984 romanında tasvir etmektedir.

Diğer taraftan reform hareketinin öncüsü olan Martin Luther’in İslam’ı ve özellikle de Osmanlı’yı gayet iyi bildiğini hem yazılarından hem de döneminde İslam mütehassısı olarak bilinen, yine reform hareketinin önderlerinden olan Melanchton’un İslamiyet ile ilgili kitaplar yazdığını ve hatta kısmî bir Kur’ân tercümesini Luther’in yazdığı önsözle birlikte neşrettiğini biliyoruz. Aynı şahıs bir yazısında Luther’in İslam hakkındaki bilgisinin, kendisinin bilgisinden daha fazla olduğunu ifade etmektedir. Bütün bunları dikkate aldığımızda başta Luther olmak üzere Melanchton, Calvin ve Zwingli gibi reform hareketinin liderlerinin gayet iyi bir şekilde Osmanlı toplumunu tanıdığını söylemek mümkündür.

Ancak sadece bu fazla bir şey ifade etmez. Cevaplandırılması gereken soru, onların bu bilgisinin hayat ve düşüncelerinde etkin olup olmadığıdır.  Kısaca reform hareketinin en temel iddialarından üçünün, (Kilise, dünya hayatı ve evlilik) geçmiş dönemdeki Hıristiyanlık tarafından temellendirilmesi mümkün olmayan, ama o günkü Müslümanların günlük hayatlarının temel ilkeleri olduğunu söyleyecek olursak, bu soruyu da cevaplandırmış olacağız. Bu tezlerden birisi, din adamı sınıfının kaldırılmasıdır. Bilindiği gibi İslam toplumunda Katoliklerde olduğu gibi, bir din adamı sınıfı yoktur. Luther ve diğer reformcular bunu gayet iyi bilmektedirler. Bu yüzden din adamı sınıfının kaldırılmasını savundular. (Bu fikrin kaynağı sadece o günkü Müslümanların yaşadığı hayat olabilir.) Kilisenin kaldırılması ve tamamen Kutsal Kitabın bilgisine dayalı bir dindarlığın yaygınlaşması  ve Luther tarafından talep edilmekle birlikte, bu tez başarılı olamamış ve nihayet Protestanlık zaman içerisinde yeniden, Katoliklikten epeyce farklı da olsa, bir kilise olarak organize olmak zorunda kalmıştır. İkinci olarak, klasik Katolik tezi olan dünya ile müspet ilişkinin günah olduğu tezine karşı; çalışmanın, bir meslek ve zenaatte iyi bir duruma gelmenin, bir tür “kurtuluş alameti” olarak görülmesi gerektiği tezi savunulmuştur. Bu tezin, kabaca, bugün hala muhtelif dükkanlarda gördüğümüz “er-rızku ale’llah, el-kâsibü habîbullah” (rızk Allah’tandır ve rızkını elde etmek için çalışan Allah’ın sevgili kuludur) vecizesinin tam bir tercümesi olduğunu söylemek mümkündür. Nihayet üçüncü tez evliliğin “kötü” olarak ilan edilmesinin terk edilerek, cinsellik konusunda müspet bir tavrın kabul edilmesidir. Bu da çok açık bir şekilde Müslümanların yaşadığı hayatın tesiri ile geliştirilmiş bir tezdir.

Bunlar ve daha bir çok husus, sadece din anlayışı alanında değil, bütün hayat düzenlerini etkilediği için, Osmanlı Devleti’nin muhtemelen farkında olmadan reform hareketine örnek teşkil ettiğini söyleyebiliriz. Burada reform hareketinin Osmanlılar tarafından korunduğunu vs. ayrıca hatırlatmaya gerek görmüyoruz. Sadece Winfried Schulze isimli bir tarihçinin hazırladığı bir doçentlik tezinde 16. yüzyılda Almanya’da kamusal alanın yapısal dönüşümünde “Türk Vergisi ve Türk Tehdîdi”nin tayin edici bir şekilde etkin olduğunu ortaya koyduğunu hatırlatırsak, bu tesirin boyutları ve kalıcılığı konusunda bir fikir verir, zannediyorum.

Bilim ve bilimsel yöntem ile ilgili olarak kısaca şunu ifade etmek yeterlidir zannediyorum: Batıda ilk üniversite, son Roma imparatoru olarak da isimlendirilen II. Friedrich tarafından 13. asrın ortalarında, Mısırdaki medreseler taklid edilerek kurulmuştur. Deneyi bir yöntem olarak geliştirenler Müslümanlardır; Batıda bu yöntemin kurucusu olarak bilinen Roger Bacon, İbnü’l-Heysem’in Kitâbü’l-Menâzır isimli eserini Latince’ye tercüme ederek, “yanlışlıkla” (!) İbnü’l-Heysem yerine kendi adını yazmıştır. İşin enteresan olan tarafı, teferruatını anlatmanın burada mümkün olmadığı bu tip “yanlışlıklar” batılılar tarafından çok yapılmıştır.

Netice olarak şunu söyleyebiliriz. Osmanlı Devleti muhtemelen farkında olmadan modern Batı’nın ve dolayısı ile modern Dünya Sistemi’nin ortaya çıkmasında tayin edici bir rol oynamıştır. Bu rol yaklaşık olarak 18. yüzyıla kadar örneklik etmiş daha sonra ise “öteki” olarak tahakkuk etmiş gibi gözükmektedir.

Not: Sunumu ve hazırladığı özet için Tahsin hocamıza teşekkür ederiz.

Önceki Yazı

Osmanlı’da Kültürel Hayat

Sonraki Yazı

Mezhep ve Devlet

Bunlar da ilginizi çekebilir

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir