Ahlak Felsefesi, Ahlakın İnsani ve Dini Temelleri

Hazırlayan: Yorum yapılmamış Paylaş:

Doç. Dr. Şahin FİLİZ

“Genel bir tanımla ahlak; İnsan hareketlerini idare eden ideal kanunların, yaşamın çeşitli durumlarına göre uygulanması sanatıdır.
İddiamız şu: Ahlak, insan varlığının temel şartıdır. Eğer bir insandan bahsediyorsanız ahlaktan bahsediyorsunuz demektir.
Eğer ahlak insan için ise neden insanlar ahlaki ilkelere uygun davranmaktan kaçarlar?

Bu sorunun cevabını geleneksel İslam ahlakının yaklaşımında aramak gerektiğini düşünüyorum. Geleneğin etkisi altında şekillenen ahlak anlayışına ve yanlış yorumlamalara göre Müslüman birey, sürekli kendisinden bir şeyler istenen insan durumuna getirilmiştir. Herkesin bir talep listesi var elinde. Tanrı bir şeyler istiyor, peygamber bir şeyler istiyor, İslam alimleri bir şeyler istiyor, devlet de bir şeyler istiyor… O zaman özgür birey ortadan kalkıyor. Bireyin istekleri, beklentileri, insan olarak talepleri dikkate alınmamış oluyor, burada böyle bir eksiklik var.

Allah bizi kendi suretinde yarattıysa, zaaflarımızı, isteklerimizi, beklentilerimizi şüphesiz daha iyi bilir, ama bunu bizim ortaya çıkarmamız gerekir. Bize düşen şey insani beklentilerimizi, amaçlarımızı kendisinde bulabileceğimiz bir ahlak sistemini yeniden yapılandırmaktır.

İslam dininin içinden yeni bir ahlak anlayışı çıkarılmalı, bunun için ise ilk önce tenzih ve teşbih düşüncesi dengelenerek insanla Yaratıcı arasında daha antropomorfik (bizim algılama düzeyimizde) bir ilişki kurulmalıdır. Tenzih ederken Zat olarak farklılığı vurgulanmalı, teşbihte bulunurken de sıfatlar yoluyla Tanrı-insan dengesi iyi oturtulmalıdır.Yaratıcıyı kendisinden çok üstün, çok ulaşılmaz bir varlık olarak gören bir genç veya birey herhalde Tanrı’yı “nasıl olsa ulaşılamaz” düşüncesiyle o kadar fazla sevmez ve söylediklerini de o kadar fazla dikkate almaz. Bu ise İslam ahlakının hedeflediği bireyin yetişmemesi anlamına gelir.

Müslüman birey kendisini özgür bir birey olarak görebilmeli ve bu özgürlük içerisinde Tanrı’yla rahatlıkla ilişki kurabilmelidir. Ailemizden örnek vermemiz gerekirse; ailesiyle ilişkisi sadece itaate dayalı çocukların anne-babasıyla olan bağı, kan bağından öteye geçemez, bir süre sonra da kaçış başlar.

Tanrı’yla sağlıklı ve ahlaki bir irtibat konusunda bize mutlaka yardımcı olabilecek kaynaklar vardır. Mesela Allah’ın sıfatları, insanla Tanrı arasında köprüler kurar ve bizim sağlıklı bir ahlak anlayışı oluşturabilmemize yardımcı olur. Bu nokta üzerinde biraz kafa yorduğumuz zaman sanıldığının ve yerleşen kanının aksine ahlakın emirler yığınından ibaret olmadığını görürüz. İslam dünyası bugün ahlakı sadece böyle gördüğü için günümüz problemlerini çözmede ve isabetli bir ahlaki yaklaşım sergilemede tıkanmış durumda.

Diğer taraftan İslam dünyası her konuda olduğu gibi bu konuda da model sorunu yaşamaktadır.

Yeni bir ahlak anlayışı oturtabilmek için bize ait ve somutlaştırabileceğimiz modellere ihtiyacımız var. Başta Peygamberimiz olmak üzere her biri önemli değerler içeren şahsiyetlerimizi, hiç ulaşılamaz ve soyut olarak ortaya koyduğumuz için çocuklarımızın çizgi filmler vasıtasıyla sevdikleri kahramanlarla özdeşleşmesinin önüne geçiremiyoruz. Bu şahsiyetlerin geleneğini, düşüncelerini, mirasını aktarmamız bu zihniyetle mümkün değil. Ne filmlere alabiliyoruz, ne edebiyata dönüştürebiliyoruz, ne de kahraman haline getirebiliyoruz. Çocuklar Charles Dickens’i, Balzac’ı, Dostoyevski’yi daha çok seviyorlar. Neden Hz. Peygamber’i, Mevlana’yı, Yunus’u bu günün çocuğu gönülden sevemiyor? Çünkü her biri onlar için muhayyel bir varlık olmaktan öteye geçemiyor.

Allah bile bizimle sıfatları yoluyla, antropomorfik öğeler kullanarak ilişki kurmaya çalışıyorsa, bizim Peygamberimizle kurmaya çalıştığımız ilişkimiz de öyle olmalı. Hem de peygamber daha fazla antropomorfik olmalı. Aksine biz öyle ulaşılamaz portreler çiziyoruz ki onu örnek alarak bir peygamber ahlakı oluşturmamız mümkün değil. Sadece en büyük insan, en muttaki insan gibi ifadelerle bu şahsiyetleri bitirip tüketiyoruz.

Ahlak neden felsefenin konusu olmalıdır?

Ahlakın bir takım davranış kalıplarından ziyade bir prensipler yumağı olarak görülmesi lazım. Bu ise felsefenin konusu olarak ele alınmakla mümkün olur.
Töre ve geleneklere dönüşmüş ahlak, felsefenin konusu olmaktan çıkmıştır. Ahlak felsefesi, iyi, kötü, haram, ayıp v.s. gibi somut göstergelerin değil onlara gerekçe teşkil eden idealler üzerinde durur. Sürekli olarak ahlaki prensiplerin ne olduğunu, hangi ahlaki prensiplerin geçici hangilerinin kalıcı olduğunu araştıran bir disiplindir. Ahlakta olduğu gibi bilgi, varlık, sanat v.s. gibi dalların da felsefenin konusu olmaktan çıkması demek bütün bunların her birinin bizim davranış kalıbımız haline gelmesi demektir. Tamamen davranış kalıpları arasına soktuğumuz ve böylece ahlakı, prensipler manzumesi olmaktan çıkardığımız için İslam düşüncesi içerisinde artık onu düşünemez, tartışamaz ve yoklayamaz hale geldik. Bu ise İslam dünyasının en büyük sıkıntısı oldu. Bu konuda 11. ve 12. y.y. da ki malzeme kalıplaştı ve 13.y.y dan bu yana artık konuşacak hiçbir şey kalmadı. Arada 8-9 yy’lık bir boşluk esnasında şekillenen İslam geleneği üzerine de konuşmak tartışmak yoluna gidilmedi.

Şekilcilik konusunda o kadar ileri gittik ki dinin genel ilkeler ve prensipler koyduğunu fakat koyduğu ilke ve prensiplere hacim getirmediğini göz ardı ettik. Eğer Kur’an-ı Kerim’in vermiş olduğu prensipler, idealler, emirler, kodlansaydı, yani; “adalet bu hareketle, ahlaklılık şu hareketle mümkün olur” diyerek sınırlansaydı Kur’an-ı Kerim’in evrensel olması zaten mümkün olmazdı. Şekilcilik konusunda çok ileri gittiğimizin göstergesi bizdeki kılık kıyafet anlayışıdır. Kılık kıyafet bizde önemlidir. Gidilen toplantılarda, okullarda önce kıyafetlere bakılır. Ondan sonra protokol konuşmaları gelir. Bu nevi protokoller ve ritüeller ne kadar çoğalırsa muhteva o kadar boşalır. Ayrıntılı ibadet ve şekle ne kadar girilirse, görünür olan kısım ne kadar önemli tutulursa ahlaki derinlik de birbirleriyle ters orantılı olarak o kadar azalır.

Ahlaki değerler insanüstü bir otoriteye dayandırılmalıdır. Eğer otorite Tanrı’dan başka bir kaynak ise o değerlerin ömrü, kişinin veya toplumun değiştiği yere kadardır. Yaptırım gücü insandan insana değil Tanrı’dan insana olmalıdır.

Sadece Tanrı buyurduğu için yapmak veya doğru kabul etmek yeterli değil o buyruğun nedenini de bilmek gerekir. Burada; “Tanrı’nın işine akıl sır ermez, bu bizim kavrayışımız dışındadır”savunmasının ardına sığınmak haklı bir gerekçe değildir. Çünkü nedenler ahlak tartışmalarında, hayati bir öneme sahiptirler.

Mutluluk:

Mutluluğu araçsal ve amaçsal olmak üzere ikiye ayırıyoruz.
Araçsal mutluluk ruha dinginlik verir.
Bir insanın, arkadaşıyla oturup konuşmasıyla sağladığı iletişimden mutlu olması gibi. Biz yanlış yorumlamalarla bunu da çok gördük. Dedik ki; “Yediğimiz yemekten, giydiğimiz kıyafetten, yaşadığımız hayattan zevk almamalıyız. Sadece Allah’ı, ölümü, cenneti düşünerek mutlu olmalıyız.” Ama biz insanları da sevmek istiyoruz, biz hem Ahlaki anlamda ve hem dini anlamda ters düşmeden hayatı da sevmek istiyoruz.

Amaçsal mutluluğumuz ise tertemiz bir ruhla Allah’a kavuşmak sonsuzluğu yakalamaktır. Fakat biz araçsal ve amaçsal mutluluğu bir birinden ayırt edemedik ve Allah, cennet, cehennem, ölüm gibi bir takım soyut kavramları izah etmekte güçlük çektiğimiz için aracı mutluluk imkanlarını tıkadık.

Aslında İslam kadar dünyevi bir başka din yoktur. Dünyadan haz ve zevk almamızı sağlayan, ilişkilerimizde meşru olabilmek için yol gösteren, küçük küçük mutluluklarla tanışmamızı meşru gören bir dindir bizim dinimiz. Çünkü küçük mutluluklarımız büyük mutluluklara ulaşmamızı engellemez. Bu da insanı uhrevi bir varlık olarak gördüğü kadar dünyevi bir varlık olarak da gördüğünü kanıtlar.

Burada çarpıcı olan ve üzerinde durulması gereken nokta; araçsal mutlulukla seküler ahlak anlayışı arasındaki farkı ortaya koymaktır.
Seküler ahlak anlayışı, dünyevi mutluluğu, amaçsal mutluluk olarak, nihai mutluluk olarak görür. İslam ahlakında ise bunlar gündelik hayatı devam ettirebilmek için geçici mutluluklardır. Bunun farkına varmak gerekir. İslam bize ömrün ve mutluluğun geçici olduğunu söylüyor, bu doğru. Fakat bunların yaşanmaz ve yasak olduğunu söylemiyor. Bize; “Küçük mutlulukları, geçici olduğunun farkına vararak yaşayın” diyor.

Özetlersek;
Eğer modern dünyada tevhidi ilkelere bağlı iyi bir ahlaki şahsiyet, iyi birey oluşturmak istiyorsak, ahlaki modellerimiz de bize çok fazla katkı sağlamadıysa, kaynaklarımızı yeniden gözden geçirmemiz gerekiyor.”

Not: Programın özeti, deşifre üzerinden hazırlanmıştır.

Hazırlayan: Dilek Karataş

Önceki Yazı

Açık Toplum ve Düşmanları

Sonraki Yazı

Tarih Felsefesi

Bunlar da ilginizi çekebilir

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir